29 Kasım 2011 Salı

Doğum Günü Vol2

Gün Sonu Raporu
Yeni yaşımın ilk saatlerinden bildirimler:
'İyi ki varmışım beee' gibi bir tribe girmediğim gibi, 'ayyy niye doğdum ki ben' de demedim. Yani günü ve D.G.Ö.S'nu resmen az hasarla atlattım. Kendimle gurur duyuyorum!
Normal bir gün gibi okula gittim ve normal bir gün gibi ders çalışmak istemeyip, çalışmadım. Normal bir gün gibi gezmek oraya buraya gitmek istedim ve oraya buraya giderken benimle olmasını istediğim arkadaşlarımı ikna ettim! Güzel bir filme gittik, güldük, konuştuk, daha çok ben konuştum falan. yani bu gün zaten normal, her gün gibi. Olması gerektiği gibi
Yanımda olmasını istediğim o kadar çok insanın olduğunu fark ettim ki...
Bir çoğunu gerçekten sevdiğimi, onlara mesaj atarken bile gülümsediğimi... Ve en güzeli de bunun için doğum günüm olmasının gerekmediği.
Bir de bugün ekstra bir sevecenlikle dolmuş olabilirim bilmiyorum.
(Doğum günü kutlamaları üzerine de bir şeyler yazmak isterdim ama o başlı başına tez konusu!)
Yine de değiniyorum;
Facebooktan kutlamak istemedim seni görünce kutlamak istedim diyenler kralsınız, aaa doğum günün müydü e o zaman kutlu olsun diyenler bendensiniz, doğum günümü kutlamak için gece yarısını bekleyenler hele de uyuyacağım ama dur hele diyenler süpersiniz, arayıp sesini duyuranlar, aradım ulaşamadım diyenler, telefonun elinde olsun arayacağım diyenler candansınız, facebooktan kutlayanlar beni her yıl şaşırtanlar sizlersiniz!
Hepinize teşekkür ediyorum!
Yarından itibaren doğum günü mevzusu kesilecek ve jüri, ders, stres, lanet okuma dönemine girilecektir. Hoş geldin yeni yaş!


Doğum günü Vol1



''Benim doğum günüm eğlenceli değil çok sıkıcı Lapacı.''
''Bugün ağlama, pişmanlık ve gelecek için kaygılanma günü.''
''Çok büyük bir patlamada buharlaşmayı diliyorum.''




Doğum günümü bu video ile kutlayan bir arkadaşım var. İzleyince 'İşte bu beniiim' dedim ve yeni yaşıma gülerek girdim. Hala girmemiş olabilirim gerçi:) çünkü hangi saatte doğduğumu bilmiyorum. (Not: Sendromun doğum günü etkileri devam etmektedir. Saat 12 olduğu an bitecek ve durumum normal seyrine dönecektir. Bu yüzden bugün sergilediğim garip davranışları, sebepsiz neşe ve durgunlukları görmezden gelin.)
Günün ilerleyen saatlerinde ''aaaa bak gördün mü bilmemkaç oldum'' temalı bir blog da yazabilirim. Kendi kendime dileklerde bulunabilirim ya da sıkıcı bir şekilde varoluş sorgularım (evlerden ırak!)


26 Kasım 2011 Cumartesi

D.G.Ö.S.

Size de oluyor mu bilmiyorum ama 'Doğum Günü Sendromu' denen bir şey var ve ona inanıyorum. Daha da kötüsü 'Doğum Günü Öncesi Sendromu' ki çok fena.
Nasıl mı? O zaman semptomlarından ve tedavi yöntemlerinden yazımda ara ara bahsedeceğim. Belki de yazının ana fikri yaparım henüz karar vermedim.
Nedendir bilmiyorum ama insanın doğduğu yıl ve mevsimi sevdiği söylenir. Evet kış mevsimini severim ama kim donmayı sever ki? Kar yağsın isterim ama 'Ayy artık havalar ısınsın da' derim. Ayrıca evde en çok ben üşürüm. Oysa Kasım'da doğmamış mıyım ee o halde dünyaya gelir gelmez soğuklarla karşılaşmış olmalıyım öyle değil mi? Bağışıklık sistemim ilk 'soğuk' konusuna odaklandıysa ben niye bu kadar üşüyorum? Neyse gelelim Kasım ayına. sizin şu Kasımda aşk diye bır bırladığınız aya. Kasım ayı dengesizdir. Bazen güneşli olur bazen yağmurlu ve hatta bazı yıllar kar yağışlı. Ama eğer öğrenciyseniz Kasım ayı 2.yazılılar, 2. sınavlar ve ardından 2. vizeler ayıdır. Henüz iş hayatı hakkında bilgim yok ama eminim Kasım ayı iş hayatının da en boktan ayıdır. Böyle bir ayda aşkı buluyorsanız size helal olsun efendim ben kendimi bile zor buluyorum. Zaten ben kılpayı Kasımlı olmuşum. Erken doğmuşum ki o da ayrı bir maceramdır. (Bir ara da üşenmezsem onu anlatırım.)
İşte sendrom doğduğunuz aya girdiğiniz gibi başlar. Acaba bu ay nasıl geçecek dersiniz belki de inanmadığınız halde yorumlara bakarsınız, düzensiz bir insan olsanız bile doğum günü tarihinizin haftanın hangi gününe geldiğini merak edersiniz. Hatta bazen merakınızı abartıp abuk sabuk sitelerde yok kaç gün yaşadım yok yaşadığım süre içinde kaç kez ay tutuldu kaç tazı kaçtı kaç maymun konuşmaya başladı tarzında gereksiz bilgileri de araştırabilirsiniz ki tavsiye etmem. Doğum gününüze yaklaştıkça o ayda size özel hiçbir şey olmadığını anlarsınız. Yine de umut edersiniz. Ve doğum günü tarihiniz yaklaştıkça umutsuzluğunuz yerini mutsuzluğa bırakır. Hayatın acı gerçekleri kafanıza 'dank' eder. Bir yıl daha geçmiştir ve siz bir baltaya sap olamamışsınızdır. Koca bir yıl hiç de dileklerdeki gibi 'mutlu, kutlu, huzurlu' vs geçmemiş yeni yaş uğur da getirmemiştir. O zaman doğum gününün ne anlamı var ki? İşte bu sorular yoğunlaştığı an sendromu en güçlü yaşadığınız andır. 'Doğduğum gün ölsem ne güzel olurdu' diyebilecek kadar manyaklaşır doğum gününü adeta bir ölüm gününe eş tutar ve gelmemesini dilersiniz.
Ve doğum günü! 'Doğumgünüçocuğu' o gün çok nadir kendini hastanede bir bebek olarak düşünür (ki ben evde doğmuşum bu da bambaşka bir maceramdır.) Genelde hayal kurar ve o hayal hep şuna yöneliktir. 'Bir sonraki doğum günüm böyle olmamalı! Çünkü doğum günü çocuğu o gün siz ne yaparsanız yapın mutsuzdur.
Çocuksa hediye ister hayal kırıklığına uğrar, biraz büyürse yanında birilerini ister ama her zaman doğum günlerinde yanında olmayanlar vardır veya zoraki yanında olanlar yine hayal kırıklığı ve artık yaşlanıyorsa o zaman da her yaş 'iyi ki doğdum' değil de 'iyi de yaşamadım ama yaşlanıyorum'a dönüşür. Yani ne olursa olsun doğum günleri kötüdür. Doğum günü sendromu tam bir baş belasıdır.
Bu hastalığın kötü yanı bulaşıcı olmamasıdır. Bir de asla renk vermemeniz gerekir. Mutlu gözükmelisiniz. Gülümse!

  • Bu sendromu yenmenin en iyi yolu kendinize başka bir doğum günü tarihi seçmenizdir. Hayır yani niye 365gün 6 saatlik bir döngüyü kutluyoruz ki! Mesela ben bundan sonra 200. günümü kutlamaya karar verdim.

Hem böylece her zaman Kasım ayında olmamış olur. Heyecan gelir yahu! Ya da 400 olsun da daha az kutlayayım böylece önemi artar günün.

  • Bu sendromu yenmenin bir diğer yolu da kendinize dışardan bakmanızdır. Kendi kendisine doğum günü partisi yapanlar da bunu başarır. O gün doğan siz değil de başkasıymış gibi çabalarsanız başkaları gibi mutlu olup pastanızın tadına bakabilirsiniz.
  • Diğer bir yol kimseye doğduğunuz tarihten bahsetmemektir kendinize bile! Mesela annem doğum günü tarihini bilmez, Nufusta başka gerçekte başka der. Babamı da geçende doğum günü tarihini yazmak için nufus cuzdanına bakarken yakaladım. ( Ne işler çeviriyor bizimkiler yahu! Bundan da bir macera çıkar belki:) Böylece dilediğiniz zaman doğum gününüz olabilir hatta biraz zorlarsanız istediğiniz yaşta bile olabilirsiniz.
  • Bir öncekinin tam tersi cıvıklığa vurmaktır. herkese doğum gününüzü söyleyin ve hediyeler isteyin. Böylece bu gün sizin için anlamsızlaşır, basitleşir ve emin olun sendromsuz geçer. ve belki de bol hediyeli ne demişler isteyenin bir yüzü...
Ben 2 gün sonrası için ne yapacağım henüz karar vermedim. Kendimi şimdiden yapmacık 'iyi ki doğdun'lara ve de doğum gününü unutan aileye hazırlıyorum. (kendi doğum gününü bilmeyen seninkini mi bilecek ay ilahi!)
İyi ki doğdum. Bir de sen eğer şuraya kadar okuduysan helal olsun sana sevgili okuyucu sen de iyi ki doğdun.






18 Kasım 2011 Cuma

Peruk Gibi Hüzünlü

Boşluğu nasıl tanımlarsınız? Yokluğu nasıl anlatırsınız? Bir anınızı anlatmak zor değil peki ya 'kayıp' bir an'ı anlatmak?
Belki bir saniyelik belki bir gök bakımlık belki üç adamlık belki de sonsuzluk kadar uzayan bir öğle sonrası kadar...
Hep deriz ya hayat bir film olsa...hayatımız bir film olsa; günde 24 saat, saatte 60 dakika, dakikada 60 saniye ve saniyede 24 kare. hayat bir film olsa...Zaman birimini ister 'kare' alın ister 'dakika' isterseniz 'kelime'. Ama ne olursa olsun bir parçanın eksik olduğunu göreceksiniz. Uçup gitmiş bir zamanın
Belki bir saniyelik belki bir gök bakımlık belki üç adamlık belki de sonsuzluk kadar uzayan bir öğle sonrası kadar...

Hayat boyu sürecek bu filmin bir saniyesinden bir kare eksilmiş ya da hafızanızdan bir an siz ne derseniz deyin ne bu eksilenin zamanını bulabilecek ne de ne olduğunu anlayabileceğiz. İşte Yalçın Tosun kayıp 'an'ları, kayıp 'anı'ları anlatıyor 'Peruk Gibi Hüzünlü'de. Biz de o anlarla birlikte kayboluyoruz. Biz de kahramanlarla birlikte arıyoruz. Belki onlara yardımcı olmak amacımız belki de kendimize; kendi kırgınlıklarımıza, kendi dostlarımıza, kendi acılarımıza, kendi unutuşlarımıza...

Muzaffer ve Muz' la başlıyor o anın koparılıp alınışı bir muzun fırlatılışıyla gözyaşı tetiğe geçiyor, sırlar paylaşılıyor ve anılar dudakla yanağı ayıran o sınır noktasında kayboluyor.
Bir Altın Günü'nde cümleler saçılır çay bardağıyla dağılır. Unutulan bir yüz unutulan bir anı aranır oysa o an hep eli burnunda bir kız çocuğundadır. 'Bir şeyler yanlış gibi geliyordu ama neydi hiç anlamıyordum.' 
Masumiyet kaybolan mıydı? 'Çok sevdiği bir şeyi kaybetmiş ya da hiç bulamamış insanlar gibi görünüyordu.'
Tuhaf Adam'da 'İlk gördüğüm andan beri onda bir şeyler bana tuhaf geliyordu ama ne olduğunu tam çıkaramıyordum.'
Yakup'un Bulduğu bir şey yoktu Yakup da diğerleri gibi arıyordu. 'yaşamındaki bir andan ya da herhangi bir anıdan' bir şey arıyordu ama 'Ah, bir hatırlayıverseydi.'
Onat'ın Odası'nda 'Bir şey olmuştu ve bundan sonra sanki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.'
Bir Bavul için Noktürn 'de 'Sanki o Haziran hiç yaşanmamış.'
Madam Marini'nin Tamamlanmış Bir Resmi tamamlanmamış resimleri gibi acemi değildi ve tamamlanmamış resimler sanki hiç olmamıştı. 'Sanki az önce burada bir sürü insan yoktu, hatta hiç olmamıştı.'
Muhayyel'in Aradığı bir an Ferda'nın unuttuğu bir yüz o 'ayı'nın unuttuğu ise bir sarı çantaydı. Bir Gök Bakımlık zamanda hatırlanan.
Üç Kadınlı Şehir, Üç Adamlık Zaman'la anlaşmalıydı. Güneye kaçılabilirdi böylece ya da çerçeveleri ters çevirip anılardan kaçılırdı sadece.

'Bir kitap okudum hayatım değişti' diyemem hiç demedim. 'İşte o gün ben değiştim' diyemem. Çünkü biliyorum o 'anlar' kayıp ve onları arıyorum. Durup dururken yolumu değiştirdiğimde, tam bir şeyler diyecekken sustuğumda, cesaret edemediğim her anda Hantal Köpek gibi suçladığım birileri var biliyorum. Ama ne 'ne zaman' sorununa cevap verebilirim ne de 'ne olduğuna'. Yakup gibi bulur Muhayyel gibi arar Ferda gibi unuturum.

Köfte yerken yarım bırakırsam 'sonsuzluk kadar uzayan o öğle sonrasında hiç kıpırdamadan öylece durduk.' diyen çocuğu belki hatırlarım. Belki de sırf bu yüzden köfte yemem ya da yarım bırakmam ya da sadece Bazı Köfteler'i yemem. Ya da hepsini unuturum.

''Gece sona ermeden, peruk takan birini öpmezsem yaram büyür''









Sahi neydi bu boncuklar?

'Bilinçaltım çok mu kirli?'
Kafam nelerle dolu böyle?
Peki şimdi bu metafor neydi?
Rüyalar tersine çıkar, rüyayı hayra yormak gerek bir de çok kimseye anlatmamalıymışsın. Rüyalar dinleyebilene ve içinde kötü düşünce olmayana anlatılmalı.
Bilinçaltım uzun zamandan beri ilk defa beni bu kadar şaşırtıyor. Uyanır uyanmaz yanımda bulunan kalemle yazıveriyorum hatırladıklarımı. Ve herkese anlatıyorum. Nasıl yorarsanız diyorum, nasıl yorarsak...
'Boncuk kusuyorum' bitmek bilmeyen boncuklar teker teker çıkıyor ağzımdan bazen de ben elimle çıkarmaya çalışıyorum sonu gelmiyor, küçük metal rengi boncuklar kimisi soyulmuş kimisi parlak.
Unutulmuş eski bir sinema kapının önünü su basmış ve oracıkta duruyorum annemle yağan yaağmurdan korunmaya çalışıyorum, karşıya geçmemiz gerek geçiyoruz. Burası unutulmadan fotoğrafını çekmeli diyorum, küçük bir kasabadayız. Ben fotoğraf makinesine pil koymak isterken bir kadın yaklaşıyor ve ben makineden anlarım diyor. 'makineden anlarım' 'makine' 'silah' 'kurşun'... Piller kurşuna dönüşüyor, elimde bir silah tutuyormuşum ve bu silah benim suç aletim, kadının amacıysa kanıt toplamak. Kendimi temize çıkarmaya çalışıyorum suçsuz muyum bilmiyorum ama 'ben sahafla konuşmalıyım' diyorum o suçsuz derse suçsuzum diğerlerini o ikna edebilir. Ve diğerlerine çemkiriyorum 'Tek doğru sizsiniz öyle değil mi, siz günahsızsınız, bense sizin gözünüzde cehennemlik bir günahkar, oysa yanılıyorsunuz.' Sonra sahafta buluyorum kendimi annem de orada, derken bir bardayız. Barı işleten amcammış (hiç tanımadığım bir adam) Neslihan'ın saçları bu kadar kıvırcık ve dalgalı mıydı öyle çıkmış videoda diyor, yanlışlıkla bir filme girmişim öylece donuk bakıyorum. Saçlarım da bakışlarım gibi donuk oysaki. Yengem olduğunu düşündüğüm bir kadın bar sandalyesinde oturan anneme portakal suyu ikram ediyor beni ise görmezden geliyor. Bir taraftan tezgahtaki havuçlu keke bakıyorum bir yandan da boncuk çıkartıyorum. İçimdeki boncuklar hala bitmemişti.

17 Kasım 2011 Perşembe

İstanbul Hatırası

Yıllardır, okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler yazacağım yazacağım diyor sonra tembelliğe yeniliyordum. Bir ucundan başladım mı ne?
Okulumun 2 hafta tatil olması ve soğuk havanın da etkisiyle kitaplarla özlem giderdim. Ne zamandır okuyacağım dediğim 'İstanbul Hatırası'nı da okudum. Daha önce Ahmet Ümit'ten Sis ve Gece ve Bab-ı Esrar'ı okumuştum. Sis ve Gece'yi çok uzun zaman önce okumuş ve beğenmiştim. İlk defa yerli polisiye okuyordum ve çok da beklentim yoktu ne yazık ki. Daha sonra Bab-ı Esrar'ı okumuş ve Elif Şafak'ın Aşk'ı ile aynı dönemde okuduğum Mevlana'lı Konya'lı bu roman o kadar da cazip gelmemişti bana.(Elif Şafak'la kıyasladığımda daha çok beğendiğimi söyleyebilirim.) Çünkü hali hazırda Mevlana ve Şemsi Tebrizi gibi mükemmel bir konu vardı ve yazarın buna ne kattığı çok önemliydi. Bu sefer de elimizde 'İstanbul' gibi muhteşem bir konu var.
İstanbul hakkında yazmak cesaret ister. Ahmet Ümit de bence büyük ve önemli bir işe girişmiş. İstanbul büyük şehir ve İstanbul'un tarihi daha da büyük.
Ahmet Ümit İstanbul' a borcunu ödemiş bir nevi, uzak tarihini yakın tarihini hatırlatmış okura öyle ki sadece anıtsal eserlerden saraylardan değil Balat'tan, Kurtuluş'tan hatta Moda'daki efsanevi meyhane Koço'nun Yeri'nden bile bahsetmiş. Bununla yetinmeyip okura kitap önerileri de sunmuş hani İstanbul'u daha da iyi tanıyın diye. Bir cinayet rotası vermiş, bu neden İstanbul'u tanımak için yapacağınız bir gezinin rotası olmasın?
Buraya kadar güzel. Ama Ahmet Ümit Edebiyat'a borçlu sanıyorum hala. Polisiye olmasına rağmen akıcı olmayan bir dil, gereksiz sözcük kullanımlarıyla uzatılmış cümleler, aralara tek tük yerleştirilmiş 'altı çizilmelik' cümleler...
Ve kurguya gelince...O da tam bir hayal kırıklığı. Ahmet Ümit klasik bir polisiye romanın sınırlarında takılıp kalıyor. Ortada bir cinayetler dizisi, karakterlerin körlüğü nedeniyle apaçık ortada durduğu halde çözülemeyen cinayet nedeni ve katiller! Okura 'Bak seni köşeye yatırdım.' demek istiyor oysa okur o hiçbir şeyi görmeyen karakterler kadar saf değil. Nedenlerin daha güçlü olmalıydı diyor tatmin olmuyor. (En azından kendi adıma konuşabilirim sanırım.)
Altı çizilmelik cümleler demiştim ya işte onlardan birkaçını yazıyor, kitabı henüz okumamış olanların tadını kaçırmamak adına kurgudan ve karakterlerden daha fazla söz etmek istemiyorum.
' ve yine biliyordum ki, katiller her zaman kötü insanların arasından çıkmazdı.' (sf.49)


'Kötülüğün toprağında özgürce dal budak salan bir zekanın neler yapabileceğini kestirmek imkansızdı.' (sf:175)

15 Kasım 2011 Salı

Kitap Fuarı'na dair

Yine bir kitap fuarı haftasındayız. Dört gözle beklediğim fuar her yıl beni hayal kırıklığına uğratıyor. Nedeni ise ne yol ne de fiyatlar. Fuarın konusu, teması, imza günleri o kadar yavan ki! Sanki tek amaç kitap pazarlama.
Ya da benim fuarlardan beklentim yüksek.
Fuar, yazarlarla tanışmak, yeni yayın evleri keşfetmek, kitapçılarda çok sık denk gelmediğimiz ya da bir şekilde gözden kaçırdığımız kitapları daha rahat ortamda görmek bir nevi kitaplarla tanışmak, etkinliklerle kitap/okur/yazar etkileşimini arttırmak, çocukları kitap okumaya heveslendirmek halihazırda okura ise farklı kapılar açmak için düzenlenmeli. Bunlar zaten var diyorsak yine azla yetiniyor ve kendimizi kandırıyoruz. Fuara gelen bir adam ' Ben zaten kitap okuyan biriyim yani şimdi buradan bu kitabı almam bana bir katkı sağlayacak mı yoksa bir ara İstiklal'den alırım.' cümlesini kurdu. Haklıydı ve bu beni üzdü. AVM'lerde bile çok rahat bulabildiğimiz %20-25 indirimler ve en çok satan kitaplar için mi geliyorduk fuara?
Bir kısmı bunun için geliyordu. Bir kısmı okuldan hocasının zoruyla. Bir kısmı harıl harıl bir kitabı arıyordu. Uykusuz ve penguen için gelenler ise büyük çoğunluk! Bir de kitap kurtları, edebiyat aşıkları...
Fuar her yıl onur konuğu, onur yazarı ve bir konu seçiyor. Ama bu konuları kimsenin ruhu duymuyor. Bir şekilde bir yerden okuyan varsa da fuarla konunun bağdaşmadığını bir iki etkinlikle geçirildiğinin farkına varacaktır.
Bir de herkesin şikayetçi olduğu yol sorunu var ki ben yol sorununa bu kadar değinmenin kitaplara saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Otopark sorunu derseniz eyvallah, toplu taşıma sorunu derseniz eyvallah ki bunlar İstanbul'da her yerde karşımıza çıkan baş belaları ama 'uzak' derseniz işte o zaman üzülüyorum. Okur kitabına koşmalı! Tabi fuar da beklentiyi karşılamalı.
Fuara gitmeli mi derseniz. Sırf abone olduğunuz dergilerin eski sayılarını bulabilmek için bile olsa gidin derim. Sırf bir tane yazarla tanışma ihtimaliniz varsa bile tanışın derim. Belki yeni bir yazar keşfedeceksiniz belki sevdiğiniz bir yazarın daha önce hiç görmediğiniz kitabını.
Fuara gelemiyorum diye üzülenler de eğer indirimleri kaçırdık diyorlarsa hiiç üzülmesinler. Sanal kitap fuarını beklesinler. Ama kitapların arasında olamadık diye üzülüyorlarsa işte o zaman geçmiş olsun.
Hala bakmamış olanlar için imza günü, etkinlik, servis vs detayları;


7 Kasım 2011 Pazartesi

Tehlikeli İlişkiler


Aşk, entrika, tutku... Bunlar üzerine bir kitap okumayalı ne kadar da olmuş! Bir zamanlar nasıl çılgın gibi Stephen King, Dean R. Kontz, Agatha Christie vb okuduysam bir dönem de entrikaya boğulduğum bir gerçektir. Genç Werther'in Acıları, Dostoyevski'nin adamı çıldırtan aptal-masum aşıkları, 18. yüzyılın heyecan arayışındaki Fransız dul kadınları, manastır, ordu, soylu, fakir ekseninde dönen aldatma hikayeleri, harem entrikaları ve tabi bizim Aşkı Memnu'larımızı da unutmamak gerekir. 'Namus' kelimesinin yapaylaştırılması ya da yüceltilmesi ama zamandan zamana ülkeden ülkeye pek de değişmeyen algısı... 'Kötü kadın' 'Fettan Kadın'ın güçlü olması ama yine de erkeğin daha güçlü olması. 'Kötü Kadın' 'Namussuz Kadın'ın ise güçsüz olması ama her daim suçlu olması, aşık olması...

Kötü erkek yoktur çapkın erkek vardır. Namussuz erkek yoktur kadının namusuna dil getirtmemeyi isteyen veya kendi ününü buna yeğ tutan erkek vardır.
Kimi suçlayabiliriz ki? Anna Karanina'yı mı suçlamalıyız yoksa çocuklarının öğretmenine abayı yakan Stendhal karakterini mi? Peki Markiz Merteuil hakkında ne diyebiliriz?

Açıkçası ismine bakınca kitabı okumak istemedim. Bildiğimiz şeyler işte aldatma ıvır zıvır dedim ama çevirmenin Nurullah Ataç olduğunu görünce okumaya karar verdim. Ve bu mektuplardan oluşan romanı okurken adeta, Aşkı Memnu izlerken 'dur kızım yapma' diyerek kendini tanrı zanneden ev hanımı teyzelere döndüğümü fark ettim. Okur nasıl da her şeyi bilirken karakterler nasıl bu kadar kör olabiliyor? Bazen romanlarda okura verilen bu yetkiyi sevmiyor, yazar okuru şaşırttıkça oh olsun diyorum. Bunda da öyle oldu hiç şaşırmam, bildiğimiz şeyler dediğim anda şaşırdım.

Kitap gelişigüzel bir entrika 'pulpfiction' gibi gözükse de gözüme karakterleri inceledikçe pek de öyle olmadığı kanısına vardım. Ayrıca kitap 'yüce aşk'ı yüceltmediği için de bir o kadar sevdim. Yüce aşkı yüceltmiyordu belki ama didaktiklikten de geri kalmıyordu. Kocanı aldatırsan adın çıkar, anneni dinlemezsen namusunu koruyamazsın, kızını dövmeyen dizini döver, o güzellik gelip geçici misali.

Romanı tanrısıymış gibi ele geçiren Markiz Merteuil hakkında sayfalarca yazılabilecek gerçek bir karakter, Vikont de Valmont ise karakteristik özellikleri olmasına rağmen Markiz Merteuil'a yetişemeyecek ve bir 'tip' olarak kalacak diğerleri gibi. Anne tipi, aşık tipi, genç kız tipi ve bir de savaşı anımsatan uzaktaki yüzbaşı, arada sırada çıkan dini anımsatan papaz. Sosyete yaşamı, davetler, tiyatro galaları...iyilik, erdem, namus, kadın, erkek...

''iyilik etmenin verdiği zevke şaştım; erdemlidir diye bildiğimiz insanlarınki, dedikleri kadar büyük bir üstünlük değil mi yoksa'' (sf:63)

''Aşıkların yanıp yakınmaları ancak tiyatroda dinlenilebilir, o da çalgısı olursa.'' (sf140)

''Söyleyin Vikont ikimizden hangimiz ötekini aldatmak işini üzerine alacak? Öyküyü bilirsiniz: Hani iki düzenbaz varmış, kumara oturmuşlar, birbirlerinin ne mal olduğunu anlayınca, 'Yo,' demişler,'İkimiz de bir şey beceremeyiz; iyisi mi, kağıtların parasını yarı yarıya verelim de bırakalım oyunu!'' Bunu deyip kalkmışlar masadan.'' (sf:344)

'Biz kadınların bayıldığımız iki şey vardır: Kendimizi Savunmak onuru bir, yenilmenin verdiği zevk iki...'' (sf:44)