29 Şubat 2012 Çarşamba

'sadece ben' adlı albüm

Yeni bir aya girerken şöyle bir yazdıklarıma baktım da bazen bayağı abartmışım. Ulan ben o kadar sinirlenmedim ki o kadar da mutsuz değildim ki yuh ne sıkmışım ama dedim. Ee bir de büyük atıp haddim olmayan şeyler de yazmışım neyse sorun değil belki böyle böyle ünlü olurum ya vezir ya rezil şöyle fenomen olsak fena mı olu? .(Buraya bir yaprak dökümü annesi edasıyla girip evlerden ırak ve ah başımıza gelenler diyorum.) Her insan bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır dedin di mi duydum duydum tamam. Ama benim kanaatim de şu ki her insan bir gün klişe olacaktır kitsch olacaktır. Şimdilik bunlardan uzak duralım çocukların ulaşamayacağı yerlerde saklayalım diyorum ve kendime bazı notlar düşüyorum.
Bunları yazma ya da aynı cümlede kullanma ya da aklından bile geçirme:

1) sirk, palyaço, hayat, biz, sahte kahkaha, boyalı suratlar...
2) rol, sahne, oyun, şah, mat...
3) pazartesi sendromu (nolur bunu yapma)
4) kadınlar bıdı bıdı erkekler bıdı bıdı ilişkiler vadaaaa...
5) para, rant, iktidar, bunlar hep amerikanın oyunu
6) sessiz çığlık, harfsiz kelime, donsuz kar, kafeinsiz kahve, (anladın sen onu emreaydınvari ikilemeler...)
7) nutella
8) bir de sadece bu aya özel gelsin kedilere kapıdan bakıp kazma kürek ile dalmayalım
9)
10)
10 madde yazmak isterdim ama üşendim aklıma da gelmedi şimdilik. Sayılara takılmayalım. Di mi?

aaaa 29 şubat

'Kabul edilmiştir.' denilen gerçeklere (!) göre yaşıyoruz ve bunun en baba örneği de 29 şubat. Aslında bugün günceme bir şeyler yazasım yoktu. Ne ergen tribindeyim ne mutluyum ne mutsuz yani çalkantılı bir ruh haliyle klavyeye kuvvet demiyordum ki bir de baktım günlerden 29 şubat. Aaa dört yıl sonra bir daha ancak bu tarihte yazacağım dur değerlendireyim bunu dedim.
Pi sayısını 3 almak bir nebze tamam da 365 gün 6 saati 365 gün almayı kabullenemiyorum. Sevgili bilim adamları yapılmış işte bir yanlış neden bunda diretiyorsunuz değiştirin şu takvimi siz de rahat edin biz de diyesim geliyor. isyanım büyük.
Bu arada aklıma gelmişken dünya 6 günde yaratıldı 7. gün tatildir inancına saygı duymakla beraber bence 6 gün tatildir ve dünya 7. gün yaratılmıştır. Burada da iddiam büyük. Yoksa hiç kimse hiçbir türlü bana 'son günün gücü' nü ve pazartesi sendromunu açıklayamaz.
Saat takmıyorum. Saatleri sevmiyorum. Küçükken maarif takvimlerini hep 10 gün sonrasına kadar koparırdım beğendiğim bir fıkra çıkana kadar günleri atlardım. Günlüğüme hep yanlış tarihi atar sonra da aamaan boşver derdim tarihe geçecek değiliz ya. Şimdi de ajanda alıyorum ve o ajandaya yazdığım ne varsa yapmıyorum. hani şöyle zamana ayak uyduran insanlara da gıpta etmiyor değilim. Ne mutlu onlara! Umarım 29 şubat onlar için asla önemli bir gün olmaz yoksa yazık maazallah 4 yılda bir kutlamak zorunda kalırlar.

20 Şubat 2012 Pazartesi

kuvveden fiile

Aldığım kararların umutlarımı karartmasından korkuyorum. Kararsızlığım belki de bu yüzden. Ya da güvensizliğim. Öyle ki 'Şimdi sussam diyorum. Ama gerçekten sussam. Fırtına öncesi sessizliği, belki de sadece gecenin gündüze koyduğu tepki.
Tekrarlardan sıkıldım. Bu kez aynısı olmayacak. Kolay kolay söz vermem, ne kendime ne de başkalarına. Hele kendime verdiğim sözler...Başkalarını affedebiliyorum. Ya onları sevdiğim için ya da umursamama noktasına gelip dayandığım için ama sıra bana gelince işler değişiyor. Kendimi affetmem hepsinden ama hepsinden zor oluyor ve ben başkalarına ne kadar kızarsam kızayım en çok ama en çok kendime kızıyorum.
Bir daha olmayacak dersem kendime bu sözü verirsem ve tutamazsam işte o zaman kızmaktan öteye geçip kendimden nefret etmekten korkuyorum. Bu sözü vermedikçe de adım adım, dönüp duran çemberin içine geçiyorum. Çember benden beslenerek daireye dönüyor ve sonra beni tekrar püskürterek eski halini alıyor. Bense parçalanmış olarak çıkıyorum her seferinde. Küllerimden yeniden doğmam ise öyle masalsı olmuyor. 'Beynine bir kez hava değmeye görsün.' Öyle kolay mı daha güçlü olmak? Belki bir filozofa belki bir simyacıya belki bir hacıya göredir. Ben ise basit bir insanım.
Düşünceleri ile eylemleri arasında uçurum olan sıradan bir insan işte.
Eylemlerim çekingen, korkak, tembel, tutucu, yerinde durucu fikirlerim ise ne kadar bunlara ters olsa da bunları alt edemeyecek kadar güçsüz. Kuvveden fiile geçememe nedenim budur. Ama çözümüm nedir. İşte onu bilmiyorum.

dipnot: ergensin tespiti yerindedir.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Anlatacaklarım uzun.

Ama hep böyle değil mi zaten? Ben hep çok konuşmaz mıyım? Ya da çok uzun yazmıyor muyum? Hatta siz de bu yüzden çoğu zaman yazıyı okumuyorsunuz ya hani.' Ay uzundu bakmadım' demiyor musunuz? 'Sadece başını okudum canım çok güzel'ciler var bir de neyse efendim siz doğru yoldasınız. yani başı sonu bir okuma zaten zaman kaybı. Ben burada yazıp yazıp kafamı boşaltıp rahatlıyorum sen neden okuyup dertsiz başına dert alacaksın ki? Hiç.
Giriş kısmını yaptıktan sonra gelişmeye geçiyorum. Anlatacaklarım uzun dedim ya uzun ama her zamanki gibi bölük börçük. Ne bir cinayete tanık oldum ne de aşk meşk olayları var yani sizin beklediğiniz türden bir entrika yok. Bu nedenle sabredip de buraya kadar okuduysan burada bırak. Böyle cümleler söyleyip tak diye bitireceğim. Eeee ne oldu diyeceksin? Ne anlattın şimdi. cevabım : Hiç.
Hiç için uzun uzun konuşmak, düşünmek... Anlatmak anlaşılmak ve anlayış...
Bu haftayı bomboş yatarak geçirebilirdim. Ya da projeme çalışabilirdim çoğu insan gibi. Oysa ben ikisini de yapmadım. Kayıtdışı olup taksim üzerine düşünmeler, harekete geçmeler...Gönüllü olup !fistanbul için bilet kesmeler vs derken kendimi sabahın köründe kalkıp gün boyu o yaka senin bu yaka benim koşturur buldum. Bir sürü insanla tanışmak çoğunu çok sevmek, farklı yerlere gitmek, farklı deneyimler edinmek ve yeni birçok şey öğrenmek... derken işin bir de 'her çeşit insanla muhatap olma' kısmı varmış. Açıkçası bazen zorlasa da ben şimdilik işin bu kısmını da sevdim.
İşte bu noktada açıklama kısmına geçmek yerine sonuç kısmına geçiyorum. Tam olarak ne yaptın, neler yaptın niye sevdin vs gibi soruları yanıtsız bırakıyorum. Daha başka bir deyişle başka bir zamana ve başka bir yazıya bırakıyorum.

Not: Küçük bir olayı abuk sabuk yerlere bağlayıp portakaldan yaşam felsefesi çıkarıp püresini de değerlendiririm. Kulağımı tersten göstermeyi severim ama kulağımı göstermeyi sevmem. velhasılıkelam ben size bunları başka bir zaman anlatırım.

15 Şubat 2012 Çarşamba

bir mimarlık mahkumunun son dönemi

Artık  burada 'bir mimarlık mahkumunun son dönemi' adlı yapıtımı izleyebilirsiniz. Belki son dönemim olmaz cezam uzar. Yalnız şu benzetmede mimarlık 'idam' mı olmalı yoksa 'cellat' mı ona karar veremedim. Bir mahkumun celladına duyduğu aşk ziyadesiyle mevcut. Öte yandan mimarlığın ta kendisi de ölüm. Hayatın çoğu pisliğinden kurtardığı gibi seni, güzel bir pencere açıp cenneti yaşatabileceği gibi,ortamı ve insanları nedeniyle de tam bir cehennem. Baştan sona ego giyinmiş zebaniler ellerinde t cetvelleriyle sırıtıyorlar. öte yandan minimalist melekler beyazın büyüleyiciliğiyle ortalıkta geziniyor, modernist bazı melekler şeffalığı seçip camlardan geçiyorlar. Kimisi cafcaflı ama zevkli kimisi cin ali gibi sadece çizgilere itaat ediyor. Burası böyle renkli bir dünya. İçine dalsan bir dert dalmasan başka bir dert.
Bindik bir alamete ve 4 yıl okuduk (henüz 4 yıl dolmadı ama sen bir de bana sor.) Okumakla bitecek de değil. Dedim ya aldığım şu mezuniyet belgesi giyotinim olacak oraya gelene kadar intihar etmezsem tabi.
Niye böyle kötü kelimelerle anlatıyorsun korkunç benzetmeler yapıyorsun derseniz nedeni sevmemem değil bilakis çok sevmemdir.
Seviyorum ama her şeyde olduğu gibi sevgimi gösteremiyorum. O benim kendisini sevmediğimi ve hep onu aldattığımı düşünüyor. Ona sürekli bir şeyler vadeden insanlara kanıyor. Benimse 'senin olmak için doğdum, birbirimiz için yaratılmışız' yalanlarına karnım tok. Yani sevgili mimarlık burada direkt sana sesleniyorum 'Beni azıcık anla. Çok fazla üzme. Bizim de mizacımız bu azıcık da tembeliz. Hem sana zamanında dedim sana layık değilsem bırak beni ama yoook peşimi de bırakmıyor kendine aşık ediyorsun. Sonra da kölen olalım istiyorsun ama görüyorsun ki olamıyorum. beni böyle seveceksen sev. ya da gördüğün gibi işte ruhumu sana teslim ediyorum. idamım bu dönem elinden olacak daha ne istiyorsun?'
Sevgili okuyucu bu noktada tekrar sana dönüyorum. Mimarlıkla aramdaki bu garip ilişkiyi çözebilmiş değilim. Ama bu dönem çalkantılı bir özel yaşamımızın olacağı aşikar. Sen de bu yaşama ara sıra tanık olacaksın. Zaman zaman bana 'Ayrıl lan bundan seni sevmiyor.' diyeceksin zaman zaman da 'naz yapıyor. siz birbiriniz içinsiniz.' diyeceksin. Bazen bana kızacaksın. 'Azıcık ilgilen şununla' diyerek bazen de ona ' Görmüyor musun senin için yaptıklarını?' diyeceksin. ya da tepkisiz kalacaksın.
Olur da mezun olursam sizi düğünüme ay pardon cenazeme beklerim. Direkt idam edilişimi görmek isterseniz jürime beklerim. Olmadı biz sonradan katılalım derseniz ben size çalıştığım iş yerinden -cennetten veya cehennemden veya işsizsem araftan- mektup atarım.
sevgiler.

12 Şubat 2012 Pazar

andersenden gerçekler

Şimdiii siz insanları salak yerine koyuyorsunuz ya hani ne bileyim 'bunu anlamaz' diyorsunuz ya da 'amaan fark etmez bile' diyerek onlara kötülük yapıyorsunuz ya...Ya da aslında fark etmedikleri için bu kötülük de olmaz diyerek kendinizi haklı çıkartıyorsunuz ya size bir sır vereyim mi? Lanet olsun ki bu insanlar bunu çoğu kez fark ediyor. Ama onlar sizin yaptığınız gibi 'salak yerine koymak' yerine sizi göğe çıkardıkları için 'amaaan ne olacak' diyor ya da 'yok yok niyeti kötü değildir.' diyor. Siz buna salaklık diyorsanız evet çoğu zaman salaklar. Bazen de işte onlar yani şu 'salaklar' sizin bu yaptığınızı 'salaklık' olarak adlandırıyor. Anlayıp da anlamazlıktan geliyor sizin şu kendinizi beğenmiş hallerinize gülüp geçiyor.
Hayattaki değer yargılarınız o kadar farklı ki...
Nerede okumuştum kimden öğrenmiştim veya kendim mi keşfetmiştim bilmiyorum ama insanları kendi ahlak yargılarıma göre değil de onlarınkilere göre değerlendirmeye başlamıştım. Başlangıçta zor olmuştu. Nasıl olurdu da yalan söyleyen bir insanı haklı görebilirdim? Onun değer yargısına göre bu sadece 'pembe' bir yalansa ve benimkine göre 'onulmaz bir suçsa' orta yolu bulmamız şart mıydı? Çoğu insanın yaptığı gibi 'benim gibi düşünmeyeni ötekileştirmem' daha kolay olmaz mıydı?
Uzun süredir insanları yargılamamaya daha doğrusu nedense kafama yatmış bu kurala göre yani onların değerlerine göre yargılamaya çalışıyordum. Onları anlamasam da suçlamıyor, dışlamıyor ve nefret etmiyordum. Anlamaya çalışıyordum.
Tüm bu çabalarımın bana nasıl döndüğünü soracak olursanız çevrem bir avuç 'sadece kendini düşünen' insanla doldu. Dinleyebiliyor ve gerçek anlamıyla 'Seni anlıyorum.' diyebiliyordum. Daha sonra ise oklarını bana döndürdüler. Madem anlayabiliyordum. O zaman bana yaptıkları kötülükleri de anlayabilecektim. Bu da onun huyu deyip geçebilecektim. Ama yoook. Hayır efendim o kadar da uzun boylu değil. Her felsefenin incelip de koptuğu bir yer vardır elbet benimki de buraya kadar.
İnsanları 'kullanmak' klişe bir ifadeyle yükselmek için onların sırtına basmak hem de bunu bazen o kadar bayağı hallerde ve küçük şeyler için yapmak...İşte bu noktada sizi anlamıyorum. Belki de sizi anlamama nedenim hiçbir değer yargınızın olmamasıdır. Tek gerçeğin kendi 'ego'nuz olmasıdır. Kim bilir.
Fakat şunu bilmenizi isterim ki yaptıklarınızın bal gibi farkındayım. Sizinle bunca zaman konuştuysam bunun nedeni sizin benim gibi olduğunuzu düşünmem değil sizi olduğunuz gibi kabullenmemdi. Yani ben sizi de yapabileceklerinizi de biliyorum. Eğer kullandığınızı düşünüyorsanız emin olun ki ben buna izin vermişimdir. Amacım ya şu lanet olası humanizmim yüzünden sizi daha fazla anlamaya çalışmam ya da şu lanet olası merakım yüzünden ne kadar ileri gidebileceğinizi merak etmemdir. Ya da sizi olduğunuz gibi sevmemdir. Fakat yüzüme karşı bir yalancıdan şikayetçi olup bana yalan söylerseniz, kötülediğiniz ve nefret ettiğiniz insanların davrandığı gibi davranırsanız benim makinenin ayarlarını da bozmuş olursunuz.
Buraya böyle üstü kapalı yazıyorsam bunun nedeni de yüzüne karşı söylesem de beni anlamayacak olmandır. Belki de beni kendin gibi sanacak ve senin gibi rol yaptığımı düşüneceksin. Korkum bundandır. Bu yüzden susuyorum.

(not: bu yazıdaki gizli özneyi ben bile bulamam.)

7 Şubat 2012 Salı

Ya olduğu gibi gör ya da...

İnsanların hakkımdaki birbirinden ilginç düşünceleri beni daima eğlendirmiştir. (Daha doğrusu bunu genelleyip insanlığa da mal edebiliriz hepimiz hepimiz için böyleyiz falan diye ama genellemelerden uzak durup kendimden bahsedeceğim korkmayın, senden bize ne derseniz de okumayın.)
Lise yıllıklarını bilirsiniz herkesin canım cicim olduğu zamanlardır bunlar. Bir de herkesin aslında lisedeki haline hiç benzemeyen fotoğraflarıyla doludur. Yıllar sonra o yıllıkta benim fotoğrafıma bakan birisi çok rahat 'Bizim okulda böyle bir kız okumadı.' diyebilir mesela. Açıkçası yıllar sonra olmasına da gerek yok muhtemelen o yılın sonunda bile 'Bu kim?' demişlerdir. Neyse çok da fazla abartmayalım ortada Çirkin Betty tarzı absürt bir değişim yoktu sonuçta ama yine de liseye tabiri caizse paçoz bir halde giden birisi olarak masmavi kalemli bir makyajla maşalı saçlarla o ben ben değildim. Bir arkadaşımla geçen muhabbeti de buraya aktarırsam ki her hatırladığımda gülerim, sanırım bu durumu özetler;

T: aaa Neslihan kim bu kız bana ayarlasana. 'Güzelmiş.'
N: Bu kız sana bakmaz ama şu fotoğraftaki 'karizmatik' çocuğa bakabilir. Ona ayarlayabilirim bak.

Evet görüldüğü üzere ne kız güzeldir ne de çocuk karizmatik. Fotoğraflar üzerine uzun uzun konuşabilirim ama bunu yapmayıp yazılara geçiyorum. Ve yukarıdaki konudan bu olaya nasıl bağlayacak diye merak edenleri de aydınlatıyorum.
Yıllığıma yazan arkadaşlarımın hepsi farklı şeylerden bahsetse de hemfikir oldukları bir konu vardı; 'Gevezesin' ta ki bir çocuk 'Çok sessizsin.' yazana kadar. Sevgili arkadaşım eğer biz seninle sadece selamlaştıysak bugüne kadar hani benim tüm gevezeliğime rağmen muhabbet bundan öteye gidemediyse bu beni sessiz mi yapar? Kim bilir belki de.
Yine lisede bunalımlı bir dönem geçirirken (tamam tamam ergendik işte) ve neredeyse her gün saçma sapan nedenlerle mutsuzluk triplerine girerken bir çocuğun bana 'Neslihan şu sınava hazırlık döneminde bu kadar neşeli olup hep gülmene şaşırıyorum.' demesi üzerine yine gülmüştüm. Ona bunun bir tepki olduğunu komik olan bir şeye gülmenin aslında mutsuzlukla ilgisi olmadığını vs. anlatacak değildim. Gülmek güzeldi. Öyle görünmek de.
Ama beni 'hep gülen' biri olarak görenler çok azdır. Daha ziyade 'somurtkan, sıkıcı, kendini beğenmiş, soğuk, sessiz ve kesinlikle inek' biriyimdir. Bazı hocalarıma göre gerçek bir salak bazılarına göre ise tam bir gerizekalı. Bazı teyzelere göre çok efendi bazılarına göre şirret. Bu liste uzar gider.
Bu yüzden bana 'Sen aslında şöylesin ama kendini şöyle göstermeye çalışıyorsun.' diyen insan, öncelikle sen bana 'sessiz' diyen lise arkadaşım gibi 'selam naber'den öte konuşmadığım birisin ve beni ancak o kadar tanıyabilirsin. At gözlükleriyle bakınca farklı görüldüğünü öğrenmiş olsaydın o gözlükleri zaten çıkarırdın. İkinci olarak 'Sen tek değilsin, ilk de değilsin ve bu artık umurumda değil.' Üçüncü olarak da 'Beni anlaman için hiçbir şey yapmayacağım.' Anlama. Beni tanıma zaten. Çünkü sen zaten herkesi tanıyorsun hatta üstüne üstlük psikiyatri yeteneklerinle analiz yapıp sonuca ulaşıyorsun. E daha ne olsun.
Hani 'Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol' derler ya o sözün doğrusu şöyle olmalıydı,
'Ya olduğu gibi gör ya da göründüğü gibi bak.'

(Not: Bu yazıda bahsedilen kişiler hayal ürünü değildir ve sondan eklemeli dil ailesine mensuptur. Sinirim bir kişiye yönelik değildir birinden diğerine aktarılan ve çoğalarak gelen meksika dalgasıdır.)

6 Şubat 2012 Pazartesi

ego ego ego

''Tek bildiğim şu, aklımı kaçırıyorum,'' dedi Franny. ''ego ego ego. Bıktım usandım. Kendiminkinden de başkalarınınkinden de. Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı birşeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım. İğrenç bir şey bu - iğrenç, iğrenç. Kimin ne dediği umrumda bile değil.''
Lane bu sözler üzerine kaşlarını kaldırdı ve, görüşünü daha iyi belirtmek için, arkasına yaslandı. ''Sırf rekabetten korkmadığından emin misin?''dedi önceden hesaplanmış bir sükunetle. ''Bu işten fazla anlamam ama, iyi bir psikanalist- yani gerçekten yetenekli biri- senin bu sözlerini muhtemelen-''
''Rekabetten korktuğum filan yok. Tam tersine. Bunu göremiyor musun? Rekabet edeceğimden korkuyorum ben- beni asıl korkutan bu. Bu yüzden ayrıldım Tiyatro Bölümünden. Ben herkesin değer yargılarını kabule korkunç bir şekilde koşullanmışım diye, alkışlardan ve insanların benim için deli divane olmasından hoşlanıyorum diye, bunun doğru olması gerekmez ki. Bundan utanıyorum. Bıktım usandım. Tam bir hiçkimse olacak cesaretimin olmamasından usandım. Kendimden de bir çeşit ses getirmek isteyen herkesten de usandım.''

(Franny ve Zooey- J.D.Salinger sf:27-28) 




dipnot: Okula başlamadan bırakmayı düşündüğüm doğrudur. Franny gibi olamam onun gibi 'muhteşem' değilim. Yazıdaki tiyatro bölümü yerine mimarlık yazınca mana kat kat artıyor. (egonun da arttığına eminim.) Neyse efendim günün anlam ve önemine de uygun olsun. Belki tinerci olurum.

2 Şubat 2012 Perşembe

Deliliğe Övgü

''Çünkü olayları yaşayarak öğrenmenin önünde iki büyük engel vardır, ilki zihne bir sis perdesi çeken utanç; ikincisi, tehlikeli olduğu açıkça görünen olayların üstüne gitmekten alıkoyan korku. Delilik bizi bu engellerden muhteşem şekilde kurtarır.''
(Erasmus- Deliliğe Övgü) 


1 Şubat 2012 Çarşamba

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş



Jose Saramago yakın zamanda kaybettiğimiz yazarlardan ve ne zaman bir yazar ölse tanısam da tanımasam da bir dostumu kaybetmiş gibi üzülürüm. Hele de bu yazar büyük bir yazarsa...
Jose Saramago'yu ilk nasıl duydum kimden duydum hatırlamıyorum. Ama çok da bilinmeyen bir kitabını okuyarak tanıştım onunla adı üzerinde 'Bilinmeyen Adanın Öyküsü.'
Servis beklerken okurum diye aldığım incecik kitaptan aslında çok beklentim yoktu. Ama çizimlerle dolu olan bu kitabı 2-3 kez okudum ve hayran oldum. Metni burada da bulabilirsiniz.
Daha sonra da diğer kitaplarını okuma listeme aldım ki Körlük ve Görmek kitapları listeye daha önce girmesine rağmen 'Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş' sırayı bozdu.
Ölüm var olan düzeni de bozuyordu ve kitap şu cümleyle başlayıp şu cümleyle bitiyordu.

'Ertesi gün hiç kimse ölmedi.'

Kitap hakkında söylenecek çok şey var, uzun uzun incelenebilecek bir kitap ama burada hem kitap analizi gibi boyumdan büyük işlere kalkışmayacak hem de okuyanların canını sıkmayacağım.

Başta aklınıza sonsuz bir yaşam geliyor. Ölüm yok! ne kadar güzel. İnsanların aradığı da bu değil mi yüzyıllardır. Tüm efsaneler bunun üzerine değil midir? Ama o efsaneleri kıyısından bilenler sonsuz yaşamı arayanların hüsrana uğradığını da bilir. Ölümün olmaması demek 'sonsuz bir yaşlılık ve hastalık' hali ve hızla artan bir nüfus değil mi? Peki sadece bu mu? Ölümsüz bir dünya kimi nasıl etkiler? Mesela bir levazımatçıyı? Mesela bir sigortacıyı? Ya da ölüme bir saniye yaşama asılı yalan bir yaşlıyı? Peki ya Krallığı nasıl etkiler? Ya Kiliseyi?
Ölüm yoksa ölümden sonra yaşam da yok ölümden sonra yaşam yoksa tüm o din kuralları...onlar da yok.
Kitabın giriş kısmı ölümün yokluğu. Ya her şeye alışmışken ölüm çıkagelirse? Tüm bunlarla da yetinmeyip kadınlığını gösterirse...

Dediğim gibi kitap üzerine söylenecek çok şey. Okumanızı tavsiye ederim. Ama öncelikle daha önce Saramago okumadıysanız sizi imla konusunda uyarmak isterim. Virgülden sonra büyük harf, bitmeyen ve bir sürü virgülle bağlanıp duran cümleler, uzun paragraflar gözünüzü korkutmasın. parantez içi, noktalı virgül vs. aramayın. Zaten anlatımına kapılıp gidiyorsunuz.

''Boşuna bile olsa felsefe yapmaya devam edelim, en nihayetinde bunun için doğmuşuz, Neden, Nedenini tam olarak bilemiyorum, Peki, niçin, Felsefenin de aynı dinler gibi ölüme ihtiyacı olduğu için, eğer felsefe yapıyorsak, bu öleceğimizi bildiğimizdendir, montaigne bey demiştir ya, felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.'' (sf:37)


''öleceğini bilen bir adamla, bir gün öleceğinin farkında bile olmayan bir atı öldüren ölümler aynı mıydı acaba?'' (sf:73)


''Sözcüklere ne kadar dikkat edilse azdır, onlar da insanlar gibi bir fikirden diğerine geçiverirler.'' (sf:65)

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Georges Perec ve Oulipo akımını bilenler bilir diyordum ki burada duraksadım ve bilenler bilir demek ne kadar doğru olur diye düşündüm. Perec kolay yenilir yutulur bir yazar değil. Tabirim de ne kadar doğru oldu bilemem ama Enis Batur'un 'Georges Perec'i Anlama Klavuzu' vardır mesela desem belki hiç bilmeyenleri biraz aydınlatmış olurum. Bu anlam düşüklükleriyle dolu paragrafımı bir yana bırakıp Perec'ten kendi anladığım kadarıyla bahsetmek istiyorum ki benim anladığım kısmı 'alfabede bir harf' kadardır. Belki de daha az.
Kayboluş'u okuduktan sonra hem Perec'e hem de kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı'ya hayret etmiş, saygı duymuş, hayran olmuştum. Fakat yine de biliyordum ki 'Kayboluş' ve 'A void' farklı iki kitaptı. Acilen Perec'ten başka bir kitap okumalıydım. Marifet kaybolan 'e' harfinde miydi yoksa bu yazar gerçekten bir deha mıydı?

   


'Yaşam Kullanma Klavuzu'na sarıldım hemen. Kitabı okumak için uygun zamanı ve yeri kolladığımı da söylemeliyim. Elimde bir yaşam ansiklopedisi vardı. Tüm sayfaları okuduktan sonra 'Kitap bitti.' diyemeyeceğim bir kitap olduğunu anladım son sayfayı kapatırken. Sonra tekrar başa döndüm bir bölümden diğerine atlayarak okudum, notlar aldım ve bu kitabı asla bitiremeyeceğimi fark ettim. Bir de hiç kimseye öneremeyeceğimi. Bu ne diyerek bana kızabilir ya da benim gibi bu kuyuya dalıp içinden çıkamayabilirlerdi. Daha sonra 'Şeyler'i okudum kendimden ne çok 'şey' buldum. İncecik bir kitap üzerine sayfalarca yazmaya ve çizmeye çalıştım. Perec hayranlığımdan emindim artık!

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi'ne gelince...İncecik bir kitap. 2 günlük izlenimini yazmış Georges Perec. Ama tabi ki içeriği öyle ince değil. Bir cafede oturup etrafı incelerseniz bir çok şey görürsünüz ve bir çok şeyi de gözden kaçırırsınız. Gözünüzün önündeki aracı görmez ama bir çantadan çıkan yeşilliğin kıvırcık olup olmadığını anlarsınız. Bir kadının poşetinde yazan harfler dikkatinizi çeker ama bir kadını görmezsiniz. Ve Georges Perec en çok otobüslere dikkat ediyor çünkü onlar düzenli çünkü onlar zamanı bölüyor. Ve o muhteşem alaycılığıyla şöyle diyor;

''( belki de asıl mesleğimin ne olması gerektiğini tam da şu anda keşfettim: R.A.T.P 'de hat kontrolörü.)''

(syf 37 ve tahmin ettiğiniz üzere de R.A.T.P. de bir nevi bizim İ.E.T.T)

Şimdi de sıra Georges Perec'in takım arkadaşı (Oulipo akımının kurucularından) Raymond Queneau'dan Biçem Alıştırmaları'nda. Nedense içimde onu da çok seveceğime dair bir his var.

Ayrıca Perec's Dictionary diye bir site var ki Perecseverlere önerilir.
Bir de kitaba dair böyle bir site buldum.








Yeni Yazım Yayında

Çok çok takipçim varmış herkes yazılarımı merakla bekliyormuş gibi bir havaya bürüneceğim bugün.' Birazdan şu konulu yazımı yazacağım.' 'Yeni blog yazım yayında.' gibi cümleler kuracağım. Hatta çok profesyonel bir yazar ya da eleştirmenmişim gibi triplere girip atıp tutacağım.
13 gündür evden dışarı çıkmayıp odamda tıkalı kaldığımdan 'Yazı Odasında Yolculuk' konusunda boş durmadım. (Burada Paul Auster'a da selam çakıyorum tabi ki daha önce edebiyatını ne kadar sevdiğimi ve kendisini karizmatik bulduğumu belirtmiştim). Çok gezen mi çok bilir çok okuyan mı sorusunda cevabım hep 'çok gezen'dir. Ama gezmenin okuyarak da yapıldığına inanırım orası ayrı. (Burada da züğürt tesellisi yapmakta ve asosyalliğe kılıf aramaktayım. Minare çoktan çalındı.)
Neyse efendim bu tatilde bir gıdım sıkılmadım. İnsan uyumaktan ve okumaktan sıkılır mı hiç? (bir de yemek yemekten).
Okulumun pazartesi açılacak olması, son dönemime girmiş olmam, 'yeni mezun' kavramının 'ergen' kavramından daha korkunç gelmesi gibi şeyler şimdiden kafamı kurcalamakta.
Bunları düşünmemeye çalışıyor ve dediğim gibi bir sonraki yazım için çalışıyorum. (Demiştim iste bu moda gireceğimi.) Yazım akşamın ilerleyen saatlerinde gelecektir. Heyecanla bekleyiniz. Gazete bayinizde veya seçkin kitap evlerinde bulamazsınız.