18 Haziran 2012 Pazartesi

Saatlerin Ötesinde


Kim Korkan Virginia Woolf’tan

Yıllar önce bir yazar hayatıma dolaylı bir yoldan girdi. Michael Cunningham’ın ‘Saatler’ adlı kitabıyla. Bir süre sonra, sonradan çok seveceğim bir yönetmenin, Stephen Daldry’nin  ‘Saatler’i filme aldığını öğrendim ve roman uyarlamalarına ön yargıyla yaklaşmama rağmen filme de kitap gibi bayıldım. Beni asıl etkileyen ise romanda bahsedilen yazar oldu, uzun süre ceplerine çakıl taşı doldurarak intihar eden yazarı aklımdan çıkaramadım ama bir kitabını alıp okumaya da cesaret edemiyordum. Ya sevmezsem?
Elime ilk olarak ‘Dalgalar’ romanını almış ve yarıda bırakmıştım. Her kitabın bir vakti vardı. Ben henüz Virginia Woolf’e hazır değildim. Ya da başka bir değişle korkuyordum.


Saatler’i okuduktan altı yıl sonra ‘Mrs. Dalloway’ ile tanışacaktım. Ve 1966 yılında çekilmiş bir filmin adına bakarak tek korkanın ben olmadığımı anlayacaktım ‘Who's Afraid of Virginia Woolf diyecek ve ben de hayranları arasına katılacaktım.

Kitap 1925 yılında tamamlanmasına rağmen yayınlanmadan önce Virginia Woolf tarafından 3 kez yeniden yazılmış, yazar bundan önce de üç roman yazmış. Ama bu romanıyla ilk kez bilinç akışı tekniğini kullanmış. Modern romanın olay örgüsünü, karakter, zaman anlayışını bozan bu roman tek bir günü anlatıyor. 1923 yılının savaş sonrası Londra’sında bir günü.

Bu güne dahil olmak, kitaba hemen kapılıvermek o kadar kolay olmuyor. Çünkü anlatılan Big Ben’in çanlarına göre 24 saatle dilimlenmiş olsa da öznel zamanda yıllar öncesine gidiyor. Anılar arasında dolaşıyor. Bir arabanın patlayan lastiği, bir reklam uçağı karakterlerin aynı saati yaşadıklarının ipucunu verse de onları aynı zamana sürüklemiyor. Bilinç zamanda ve mekanda akıyor. Bu da romanı ve anlatımını başta yorucu büyüsüne kapıldıktan sonra ise eşsiz kılıyor.

Eğer sıradan bir romandan bahsediyor olsaydım ve size kitabın sonunda ne olduğunu söyleseydim muhtemelen yapmamam gereken bir şey yapmış olurdum ve okuma zevkinizi elinizden alırdım. Oysa Mina Urgan’ın dediği gibi ‘Mrs Dalloway, hem şimdiki zamanı, hem de geçmişi kapsayan tek günde geçer. Clarissa Dalloway, akşam vereceği parti için sokağa çıkıp çiçek alır; eski aşığıyla görüşür, savaş yüzünden ruh hastası olan hiç tanımadığı bir genç kendini öldürür. İşte, olup biten yalnız bunlardır.’



Şimdi ölmek, şimdi çok mutlu olabilmek…

‘Mrs Dolloway, çiçekleri kendi alacaktı.’ Diye başlayan bir kitap var karşımda. Ve ‘Çünkü Clarissa oradaydı.’ diye bitecekti bu kitap. Clarissadan Mrs Dalloway’e Mrs Dolloway’den Clarissaya geçişleriyle bir kadın vardı. Var olmanın ve belki de yaşamanın temsiliydi. Ve septimus vardı, Mrs Dalloway ile aynı şehirde yaşayan aynı anda aynı sokaktan geçen ve o gece ölen. Septimus ‘kendisi’ ölecekti. Kendisi seçecekti.
Mrs Dalloway ve Septimus hiç karşılaşmayacaktı kaldıraçın iki ucunda hiç farkında olmadan birbirlerini tamamlayacak ve birbirlerini dengeleyeceklerdi. Her şeyden önemlisi aynı şiiri anımsayıp duracaklardı.

 ‘Now to die’,’ twere now to be most happy’’ ‘’Şimdi ölmek, şimdi çok mutlu olabilmek’ demektir.’

O gün Clarissa’nın partisine sadece Septimus değil tüm Londra gelir hatta tüm geçmiş. Tüm ölüler ve tüm yaşayanlar. Septimus’la ölüm gelir, delilik gelir, cesaret gelir belki de korkaklık. Karşı penceredeki kadınla yaşlılık gelir, sırlar gelir, yalnızlık gelir, Killman’la nefret gelir, kıskançlık gelir, aşağılama gelir, Humbert ile toplumsal düzenin çirkin yüzü gelir. Sally ile aşk gelir geçmiş gelir ve Peter Walsh ile anılar gelir, pişmanlıklar gelir.
Kitabı kapattığınızda siz de partiye katılmış gibi hissedeceksiniz. Ve benim gibi Virginia Woolf korkunuz varsa, eminim yeneceksiniz.


Not: Alıntıları teker teker sayfa sayfa yazmam gerek biliyorum ama tembelliğime verin italikle yetinin. Mesela Mina Urgan'ın 'Virginia Woolf kitabı bunlardan biri. Ya da Virgini Woolf'tan güncesi. Bir de Virginia Woolf ve Mrs Dolloway üzerine Birgül Oğuz'dan dinlediğim ders var ki tadından yenmezdi. Onun da katkısı büyük. Saygılar... 





17 Haziran 2012 Pazar

Kumral Ada Mavi Tuna


Bir Kuzguncuk Romanı

Kuzguncuk’ta İsmet Baba Meydanı’nda oturuyor ve boğazı izliyorum. Elimde bir bardak çay ve yanında pastaneden alınmış bir dilim kek. Çantamdan mavi bir kitap çıkarıyorum. Kapağında, az önce hayranlıkla bakarak  hayallere daldığım manzara var, bir de tel örgülere asılı bir çift Converse.

İstanbul, savaş ve gençlik kitaptan kapağa taşıveriyor. Ve bir de ‘duygu’ dolu bir isim. Siz, aşk romanı diyebilirsiniz ya da savaş, hiç sınıflandırmalara girmeden ‘hayatımın romanı’ diyenler de olacaktır. Oysa ben, ne kitaptaki karakterlere inanabildim, ne o aşka kapıldım ne de iç savaşa. Bu romana ‘Kuzguncuk’ romanı diyeceğim. Benim için ne Ada’nın ne de Tuna’nın, Kuzguncuk’un hikayesi ‘Kumral Ada Mavi Tuna’.

Bu nedenle benim için roman kahramanı ne kendini beğenmiş, şımarık, bencil Ada’dır ne de kendi kişiliğini bulmayı daha çocukken reddedip Aras ile Ada’nın gölgesine sığınan Tuna’dır. Ne istediği her şeyi elde eden, yakışıklı, sempatik, dikkat çekici Aras ne de hayatta her istediğini sessiz sessiz çalışarak elde eden Meriç’tir. Ne de olayları birbirine katan, sadece bir katalizör görevi gören Aliye. Ben de çoğu okur gibi Şair Doğan Gökay’ı sevdim ve onun Atilla İlhan’dan izler taşıdığına inandım. Buket Uzuner bir yazısında Atilla İlhan için ‘Siz benim biraz imkansız sevgilim, biraz babam ve biraz da arkadaşımsınız’ dediğimde ciddiydim.’ der. Ada için de dayısı şair Doğan Gökay öyledir. Gerçi Buket Uzuner ‘Ada mısınız?’ diye soranlara ‘Hayır Tuna’yım’ der. Bence Buket Uzuner ne Ada’dır ne de ‘Tuna’ gezmeyi, okumayı ve yazmayı sevenlerden yani; ‘Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’ sorusunu geçersiz kılanlardan, kıskandıklarımdandır. İstanbul aşığı olarak nereyi seçeceğini iyi biliyor ve ben de bir Kuzguncuk aşığı olarak, kitabı okuduktan sonra Kuzguncuk’a gelenlerin aksine Kuzguncuk’ a geldiğim ilk gün bu kitabı okumaya karar veriyorum. Okuduğum gibi de yazmaya. Paylaşmaya...

Buket Uzuner kahramanın iç savaşını bir ülkenin iç savaşına dönüştürüyor, bir ülkenin kocaman iç savaşını alıp bir kahramanı omuzlarına yüklüyor. Bir yandan dünyanın en büyük savaşlarından biri olan ‘aşk’ı anlatıyor bir yandan da kanı, nefreti, ayrımcılığı, ötekini, sebepsiz kötülüğü. Bunların ne kadar iç içe olduğunu, savaşların önce içimizde çözüleceğini. Hayalle gerçeğin arasında bizi kitabın bölümlerine sıkıştırıyor.

Kumral ada mavi Tuna çok katmanlı, çok sesli bir roman. İsterseniz bir ülkede yaşanan iç savaşın nedenleri ve sonuçları üzerine bir okuma yapın, isterseniz bir büyüme hikayesi olarak yorumlayın. Bir aşk hikayesi olarak ele alın sadece, imkansız saf aşk ya da toplumsal olarak bireyleri inceleyin. Buket Uzuner hepsini yapmaya çalışıyor ve bunları kotarırken bir nebze edebiyattan çalıyor bir tutam da fazladan didaktiklik ekliyor. Bunlar da romanı eksiltiyor. Keşke bu kadar çok'la anlatmaya çalışmasaydın dedirtiyor. 

Kertenkeleler ve çocuklar

İkinci çayımı da bitiriyorum, çay içimi ısıtsa da denizden gelen rüzgar beni orada daha fazla tutmak istemiyor. Mavi kitabı çantama koyuyor ve kuzguncuk sokaklarında dolaşmaya başlıyorum. Marco paşa Konağı’nın yani ilkokul binasının içine giriyor ve bu kez boğaza daha yüksekten bakıyorum. Bana daha alçaktan bakan gözlerle çocuk gözlerle.

Mavi kitap çantadan tekrar çıkıyor. Neşeli ve masum bir çocukluk hikayesi, sancılı ve acı bir gençlik hikayesine dönüşüyor. Gençlerin büyümesi için de içlerindeki savaşa bir son vermeleri gerekiyor.
Bahçede kertenkele aramaya başlıyorum, küçük bir çocuğun elinde Mabel sakız görüyorum. Çocuğa kertenkelelerle oynama demek istiyorum ya da kertenkelelere kaçıp kurtulmalarını söyleyeceğim. Hiçbirini yapmıyorum. Ada, Aras, Tuna ve Meriç’in çocukluğuna uzaktan baktığım gibi bu tarihi ilkokul binasında Kuzguncuk’un çocukluğuna da uzaktan bakıyorum. Değiştiremiyorum.

"Akıl, aşk ve can!
Bu üçü üçgendir.
Her derde çare, her yaraya merhemdir."
Mevlânâ Celâleddin Rumî (II. Divan Kebir)

Okuldan çıkıp İcadiye Caddesi’ne gidiyorum. Gözüm o meydana takılıyor. Burası diyorum, Aras’ın gittiği yer tam olarak burası! Akıl ve cesaret gittiğinde geriye kalan ‘aşk’ ne kadar yaşanılabilir? Onun tortusunda eski evleri bir bir yıkılan kuzguncuk da yarım kalır. Evlerin arasında dolaşırken Tuna’nın evini arıyorum, yıkıldığını bilsem de belki de hiç var olmadığını Ada’nın evini arıyorum.

‘Şiir herkesi birleştirebiliyordu’
  
O ev olduğuna inandığım bir yerde soluklanıyorum ve birden kendimi Baylan’ın bahçesinde buluyorum. Kitabı çantamdan çıkarıp masaya koyarken yan masamda oturan Ada, Aras, Tuna ve Meriç’i fark ediyorum. Tüm savaşları Kuzguncuk’ta bırakmıştım.

Yanlarına gittim ve masalarına oturdum. Kitabı aradım, bulamadım. Ayaklarımdaki converselere baktım, yürümekten aşınmışlardı. Aklımda birçok şey vardı onlara söyleyecek ama onları görünce gidivermişti hepsi. Şair dayılarına selam söylemelerini istedim. Hepsi güldü.
Sonra uyandım, Kuzguncuk parkında uyuyakalmışım. Günlerden salıydı.

Uyanmak güzel, diye gülümsüyorum.
Durum ne olursa olsun, uyanmak güzel’









Tanrım, Ben Ateistim!



‘ Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı.’

‘Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan birkaç satır ya da birkaç sayfa okumaya devam ettim.
Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm.’

Atatürk Kütüphane’sinde gezinirken raftan çektiğim bir kitabın arkasında bu cümleler yazıyordu. Cümleler adını çok duyduğum ama hiç okumadığım bir yazara aitti Charles Bukowski’ye. Kitap ise Charles Bukowksi’nin Tanrısı kabul ettiği ‘John Fante’nin. Yeşil kapağı bilim kurgu kitabını andıran bu kitabı alıp oracıkta okumak istedim.
Bu isteği ünlü bir yazarın önsözü mü tetiklemişti yoksa o yazarla kitaba ulaşma yolumuzun benzerliği mi bilmiyorum. Belki de yazarla hiç alakası yoktu. Kitabın adını sevmiştim; ‘Toza Sor.’ Ya da kapağında yazan tek bir cümleyi;
‘ Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı.’



Arturo Bandini, Hem balık hem kuş; ya da ‘Ne balık, ne de kuş’

Kim bilir belki de bunların hiçbiri değildi nedeni, o sırada elime başka bir kitap alsaydım, onu seçecek ve Arturo Bandini ile tanışamayacaktım. ‘Çoktan Yitik Ülke’ ve ‘Minik Köpek Güldü’nün yazarını, sadece portakalla beslenen, insan ile hayvan arasında fark gözetmeyen büyük insanı, bu büyük yazarı…
Arturo Bandini hep ‘öteki’dir. Kendine de yaşadığı şehre de aşka da dine de hep ötede kalır. Ve bu ötekilikte bir ileri bir geri savrulur. Kendine de yabancılaşır. Yer yer kendinden ‘Arturo Bandini’ diye bahseder yer yer ‘ben’ oluverir. Zina yaptı diye tanrının insanları cezalandırdığını ve depreme neden olduğunu düşünür bir yandan da tanrıyla pazarlığa oturur.
‘ Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’i okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim.’

Arturo Bandini aşık olur ve aşkta da öteki olur. Aşkını da tüm hayatı gibi gelgitlerle yaşar. Camilla, Maya Prensesi, Meksikalı güzel onu değil Amerikalı Sammy’i seçer.
Camilla’yı Meksikalı olmakla suçlar ve ‘Ben Amerikalıyım’ der. Oysa Amerikalı değildir ve kendisiyle savaştığı gibi aşık olduğu kızla da savaşır.

Canım cicimden öteye gitmiyordu şiir bende, berbat kafiyeler, ahmaklık derecesinde bir duygusallık. Tanrım, yazar müsveddesinden başka bir şey değildim; küçük bir dörtlük bile yazamıyordum, hiçbir işe yaramıyordum şu hayatta. Pencerenin önünde durup ellerimi göğe açtım; beş para etmezdim, ucuz bir taklit; ne yazar ne de aşık; ne balık ne de kuş.’

Oysa Arturo Bandini böyle dedikten sonra tabi ki şiir yazar. Ve o şiir şöyle biter;

‘Sadıktım sana Camilla, kendi tarzımda.’

Arturo Bandini dini de, aşkı da kendi tarzında yaşar, parayı kendi tarzında harcar. Kendi tarzında acımasız dünyaya kafa tutar. Ve kendi tarzında başarır kendi tarzında vazgeçer. Hem yazar olur hem aşık, hem balık olur hem de kuş.

Kitabı bitirdikten sonra hem önsözü unutmuştum hem de yazarı, benim için artık Arturo Bandini vardı. Arturo Bandini’nin, John Fante’nin diğer kitaplarının da kahramanı olduğunu öğrendiğimde bu nedenle daha çok sevindim. Kitapları bulabilir miyim bilmiyorum. Belki de toz, o kitapları bana ulaştırır ve beni de Arturo Bandini’ye…