1 Ocak 2015 Perşembe

2014 okumaları

Bu sayfa artık miadını doldurdu. Buraya her gelişimde, bu blogu kapatıp kendime adam akıllı yeni bir blog hazırlamanın vakti geldi, diyorum ve bu düşünceyle birlikte yeni bir yazı yazmaktan vazgeçiyorum. Yeni yazılar yeni bloga yeni bir blog da başka bir yıla derken okuduklarım üzerine daha az yazdığımı fark ettim.
Kitaplar benim için okuyup okumadıklarım değil yüzleşip yüzleşmediklerim olarak ayrılır. Her kitapla diyaloğum farklı olsa da bazı okuma alışkanlıklarım var ve okurken kitapların yanında bir de defter bulundurmak da bunlardan biri.
Bazen karakterlerin aile ağacını çizerim bazen aklıma takılan bir ismi yazarım bazen o sırada hatırladığım başka bir kitabı not düşerim. Kitapları okurken aldığım bu notların yanı sıra bir de okuduktan sonra yazdıklarım olur. O yazdıklarımın bir kısmı bazen buraya da taşınır. İşte o 'bazen' bu yıl 'neredeyse hiç' oldu. Ben de bunun vicdan azabı ile bari bu yılın bir dökümünü yapayım dedim. (döküm kelimesini kullanarak kitap muhasebeciliği yapmak istemezdim ama Manguel'in yalancısıyım ilk yazıları muhasebecilere borçluymuşuz.)

"Sabahlarımızın en parlağında, yazı icat edilmeden önce bir kil parçasına okunabilir bir işaret kazıyan kişi şair değil, bir muhasebeciydi." (Okumalar Okuması, sf:110)

Ve yine kitap saymak ne kadar hoşuma gitmese de goodreads sağ olsun her yıl kendime bir hedef belirliyorum. Rakamlara hiç önem vermesem de bu hedef kitap okumayı boşladığım zamanlarda bir uyarı oluyor. (Bak bu kitap hala yarım, bak bu aralar çok yoruluyorsun biraz kendine zaman ayır...)

Yazının asıl konusu olan (nihayet) bu yıl okuduğum kitaplara gelecek olursam;
Neredeyse hepsinden teker teker bahsedeceğim, okumakla uğraşamam derseniz kestirmeden bu yıl neler okuduğuma bakabilirsiniz.

Bu yıl en fazla bilimkurgu-fantastik okudum, Bülent Somay’dan aldığım bilimkurgu dersinin de bunda katkısı büyük. 
Daha önce başlamış olduğum ve burada da bahsettiğim Babil Kitaplığı serisinden bu yıl da bir iki kitap okudum. (Saki’den Lady Anne Susuyor ve Villiers de L’lsle Adam’dan Son Şenliklerin Davetlisi) Bu seri sayesinde Borges okumalarıma da nihayet bu yıl başladım.
Kitap zevkine çok güvendiğim bir iki arkadaşımın da tavsiyesiyle Ursula K.Le Guin, Yerdeniz Büyücüsü serisine başladım ilk 4 kitabı büyük bir hevesle ve kısa sürede okuduktan sonra bitmesin diye diğer 2 kitabı sonraya saklayacak kadar sevdim.
Bu yıl en çok sevdiğim kitaplardan biri de Otostopçu’nun Galaksi Rehberi oldu. Havlu ve ‘42’ asla eskisi gibi olmayacak. Douglas Adams demişken Doctor Who’ya atlayabilir ve bu yıl İthaki’den çıkan Doctor Who: Shada’yı araya sıkıştırabilirim. Favorim olduğunu söyleyemem ama bir ‘whovian’ için oldukça eğlenceli.

Bu yılki bilimkurgu okumalarımın en önemlilerinden biri H.G.Wells oldu sanırım. Dünyaların Savaşı, Görünmez Adam ve Dr. Moreau’nun Adası kitaplarını okudum daha önce de Duvardaki Kapı’yı okumuştum. Zaman Makinesi’ni bulamıyorum ve Wells’in yazdığı tüm kitaplar yeniden basılmalı diyorum, umarım bir yayınevi duyar beni.
Yayınevi demişken ‘Ubik’ gibi muhteşem bir kitabı yazım hataları yüzünden okurken zorlandım buna rağmen bu kitaptan sonra Philip K.Dick hayranlığım arttı ve başka bir kitabını İngilizcesinden okumaya karar verdim. ‘Do Androids Dream of Electric Sheep?’in- dile çok hakim olmadığım için- hakkını veremesem de çok beğendim. Nail Gaiman’ın ‘Neverwhere’ kitabı için de aynısı geçerli.

Uzun zamandır okuma listemde olan Fahrenheit 451 de bu yıl okuduklarımdandı. Metrobüste bu kitabı okuduğumu gören bir kadının ‘Filmini de mutlaka izleyin.’ Demesi çok hoşuma gitmişti. (Çok sevdiğiniz bir kitabı okuyan birini gördüğünüzde kendinizi ‘o kitapla o kişinin arasına girmek’ ya da ‘onlara katılmak’ zorunda hissetme durumunu bilirim.)
Ve Solaris… Üzerine uzun uzun düşünmek, yazmak ve mutlaka tekrar okumak gerekir. Bir de mutlaka film ile kitabı karşılaştırmamak!

Normalde pek şiir okumam şiirden de çok anlamam. (şiirden anlamak da ne demek oluyorsa?) Daha doğrusu önceki yıllarda bu basmakalıp cümlelerle şiirden hep uzak durdum. Ama yine bazı ‘dost’lar sayesinde bazı isimlerle tanıştım. Birhan Keskin, Didem Madak, Oruç Aruoba ve Furuğ Ferruhzad ve bazı şiirlerle karşılaştım, tekrar tekrar okudum. (Bu arada şiir önerilerinize açık olduğumu belirtmeliyim.)

2014 yılında tabii ki çok sevdiğim Perec’ten, Calvino’dan ayrı kalmadım. Aralara Rus Edebiyatı sıkıştırdım; Dostoyevski, Gogol. Biraz da İngiliz Edebiyatı; Shakespeare ve Virginia Woolf.
Yabancı’yı ikinci kez okudum.
Adını daha önce duymadığım yazarlarla tanıştım; Mario Bellatin gibi.
Adını hep duyduğum yazarlarla yolum kesişti Robert Musil gibi. (Üç Kadın’ı okudum ve Niteliksiz Adam okunacaklar listemde başlara yerleşti.)

Bu yıl üzülerek çok az öykü okuduğumu fark ettim. Sait Faik de olmasa öyküsüz bir yıl geçirmiş olacakmışım, ne fena!

Ayrıca bu yıl seyahatime eşlik ettikleri için farklı bir yere sahip olan iki kitaptan daha önceki yazımda bahsetmiştim; Gündüz Vassaf’tan Mostari ve Ivo Andriç’ten Drina Köprüsü. (Bu arada Drina Köprüsü’nü aylarca bitiremediğimi de belirtmem gerek belki başka bir yazımın konusu olur.)

2014 her ne kadar benim için bilimkurgu yılı olsa da ‘kurgu olmayan’ kitaplarla da bu yıl oldukça iç içeydim. Bunların içinde mimarlık ve kente dair okumalar var; Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı, Ten ve Taş, Dünya Adil Değil, Ütopya: Hayali Ahali Projesi ve anladığım kadarıyla her yüksek lisans öğrencisinin olmazsa olmazı sayılan Pasajlar ile Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor.

Bunların dışında; Aldous Huxley’in kişisel deneyiminden yola çıkıp yazdığı Algı Kapıları, A.Alvarez’in büyük umutlarla aldığım ama hayal kırıklığına uğratan kitabı Gece: Gece Hayatı, Gecenin dili, Uyku ve Rüyalar, Azra Erhat’tan büyük bir zevkle okuduğum ‘İşte İnsan’.

Ve son olarak yazımı yılın zayıf halkaları ile bitiriyorum. Ayn Rand ‘Hayatın Kaynağı’ (Neden sevmediğim üzerine sayfalarca yazabilirim ama yarıda da bırakamazdım), Barış Bıçakçı  ‘Aramızdaki En Kısa Mesafe’ (Barış Bıçakçı konusunda kafam biraz karışık.) Ferzan Özpetek ‘İstanbul Kırmızısı’ (Özpetek daha çok film çekmeli ‘sadece’ film çekmeli.) ve Hakan Bıçakçı’dan Boş Zaman.

2015’e ise Proust okuyarak başladım. Tek söyleyebileceğim, hadi hayırlısı…























22 Haziran 2014 Pazar

artık yazmıyor musun?

Eşyalarımı düzenlerken küçük kağıtlara yazdığım bazı cümleler buldum. Tarih yazmıyor üstlerinde ama ne zaman yazdığımı hatta 'yazdığımı' unutacağım kadar zaman geçmiş belli ki üstünden.
"Bunları ben mi yazmışım, ben böyle şeyler mi yazmışım?" dedim, güldüm ama atmaya kıyamadım. Buraya yazdığım ama silmeye kıyamadığım onlarca gereksiz cümle gibi.

Bir iki arkadaşımın 'Artık yazmıyor musun? Yazdıklarını okumayı seviyordum.' demesi üzerine sevgili günceme biraz zaman ayırmaya karar verdim. Onların okumayı sevdiği muhtemelen bu tarz zırvalar değildir ama bir yerden başlamak gerek.

"Çarşaf gibi deniz diyorlar. Nasıl da gülüyorum. Benzeyen koca bir deniz olurken kendisine benzetilen nasıl bir kumaş parçası oluyor?"

yazmışım mesela bir bloknota. (iyi ki bunu uzatıp da bir paragrafa hatta daha da beter uzun bir yazıya dönüştürmemişim, Allah korumuş.)

Bir de utanmadan martı, simit, vapur, dalga ve sevişmek kelimelerini bir arada kullanmışım yazı yazmayı becerebildiğini sanan her acemi gibi: 

"Bir parça simit karşılığı laf taşıyan martılar, söyleyin hangi vapurla sevişiyor dalgalar..." (bir soğuk algınlığı ilacının promosyonu için verilmiş bir not kağıdına yazılmış.)
(Ne diyorsunuz kafiye bile var!)

Eveet blog yazmaya döneceğim (hiç bırakmamıştım gerçi araları açmıştım sadece) ama korkmayın böyle şeyler yazmayacağım.
Gönül isterdi ki her gün kahve ve kitap fotoğrafı paylaşan bir 'edebiyat bloggerı' olayım ama bende o hamur yok.
Uzun uzun kitap analizi yapacak birikim ve sabır da yok.
E o zaman olduğu kadarıyla...
Yakın bir zamanda görüşmek üzere...







12 Şubat 2014 Çarşamba

Şapkalar ayrı iç çamaşırlar ayrı rafa

Biri bana şöyle diyor: 'Artık aydınlarla kurulan zihinsel arkadaşlıkları dayanılmaz buluyorum.' Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Arkadaş arıyor, meslektaş değil. Böylesi bile dostluktan ne denli uzakta. Buenos Aires'te (böyle yapılmayacağını bildiğim için ) en iyi arkadaşımın evine çat kapı gidemem; ilkin törensi bir kibarlıkla telefon edilmeli. Üstelik aynı arkadaş iki gün üst üste aranmaz, bu yüzden üç dört arkadaşımız olur ve sırayla hepsini ararız, onlar da bizi böyle arar; ikinci ziyaret bakarsınız sıkıcı olur.
...
İkinci ziyaret sıkıcı olur demiştik, çünkü birincisi arkadaşlık işlevinin yerine getirilmesi için yetmiş, hatta artmıştır: yani, elde avuçtaki dedikoduyu, takas edilebilecek haber ve görüşleri paylaşmak, bir gösteri ya da müziği izleyip bitirmek, birbirini görme mutluluğuna ermek. Şarjı bitmiş piller gibi, dolum için üç beş gün beklemek gerek. 'Seni görmek ne büyük zevk!' Burada ilgisizliğin beceriyle sunuluşuna, özen adını veriyoruz. En iyi dostumun beni aslında neden sevdiğini bilmemesi beni hayrete düşürüyor; sevecenliğe akıl sır ermediğinden ve ona güvenerek açtığım kişisel sırlarımdan olabilir. En kötüsü de güven dediğimiz bu gözüpek sözcüğün içerdiği, insanın içini titreten, tüyler ürpertici gösterilerden, incelikle, sportmence ve en güzel biçimde kaçınmamız. En iyi arkadaşımın yaşamındaki en can alıcı birtakım şeylerin bana üçüncü elden ulaşmasını düşünmek. Burada özgülleşmenin alanına değinmekteyiz artık: Arkadaşımızla paylaşmadığımız bir şeyi (hiç de yakın olmadığımız, herhangi) bir başkasına söylememiz şaşırtıcı değil. Şapkaları ayrı rafa, iç çamaşırlarını ayrı rafa koyarız.
...
Ben sır paylaşmalara, bir iki kadeh eşliğinde sözel cinselliğe inananlardan değilim. Kendi su geçirmez bölmelerimize çekilmek gibi soylu bir yöntemle karşılaştırıldığında beş para etmediği kanıtlanmıştır.
Yalnızca, bunca eş dost içinde, bunca kurtarılamayan adanın olması gibi bir kanıtın da acı vermediği söylenemez.

(Andres Fava'nın Güncesi, Julio Cortazar, sf:59-60tan alıntılanmıştır.)

21 Aralık 2013 Cumartesi

Neden Yazar Olamam?

Nasıl yazar olunur, şu yazardan yazar olacaklara şu tavsiyeler, yazarda olması gereken özellikler, yazmanın sırları vs. gibi kitapları, haberleri ya da kursları biliyorsunuzdur. Bir taraftan 'Aslında herkes yazar olabilir' düşüncesi aşılarken bir taraftan da 'Herkes iyi yazamaz, hiç kalkışma' tehdidi savururlar. Yaz, hobi olarak yine yaz ama yayınlama, ya da yayınla ama ne bileyim işte okunmayı bekleme. Ya da hayalperest misin? O zaman hayal kırıklığına uğra ve bir trajedin olsun işte bu seni yazar yapacaktır. Okur olmak ise daha karmaşıktır. Daha özneldir ve üzerine daha az ahkam kesilebilir; ama yine de okuduğunu anlama, çözümleme gibi kursların yolundan gitmiyorsanız 'boşuna okuyorsun' damgası yiyebilirsiniz. Aaa ama o kitap çok sesliydi, kafkaeskti, palimpsestti, satır araları vardı?

İşte tam da bu yüzden yani nasıl iyi okur olunur ya da iyi okur nedir gibi çetrefilli sorulara bulaşmayıp yazar olmak üzerine konuşacağım ben de. Oturdum şu ana kadar yapılan genellemeleri, yazarlar üzerine yazıları, basmakalıp düşünceleri gözden geçirdim ve yazar olamayacağım sonucuna vardım. Nasıl yazar olunmaz? Neden yazar olamam? sorularının cevaplarını elimden geldiğince derlemeye çalıştım. Olur da birisi bana 'Neden yazmıyorsun?' diye sorarsa 'Yazsaydım çıldırırlardı.' diyebilecek bir durumda olmadığımdan daha az dikkat çekici, daha az iddialı cevaplar veriyorum:

1. Kendime ait bir odam yok.
2. Etrafında olan bitene benden daha ilgisiz bir insan bulamazsınız. Bankadaki kadının tokası, büfedeki adamın şeytan tırnağı, bebek arabasındaki veledin kabakulağı gibi şeyler hiç dikkatimi çekmez.
3. İnsanların ruh halini onlar söylemedikçe anlamam, insanların yalan söyleyip söylemediklerini de anlamadığımdan asla gerçekten ne hissettiklerini bilemem. Hiç 'hüzünlü bakış' görmedim. Yaşlı göz evet, bayık bakan göz evet ama hüzünlü göz? Hayır.
4. Çok unutkanım, tarih bilgim çok zayıftır, siyasetten 'bu ülkede yaşayıp mutsuz olmama yetecek kadar anlıyorum' o kadar. Yani bu konulara değinen 'göndermeli' herhangi bir yazı yazamam.
5. Az konuşan bir insan olsam şahit olduğum olayları tanıdığım kişileri bir şekilde öykü kahramanı yapardım kimsenin de ruhu duymazdı ama her şeyi herkese anlattığım için yazdıklarımın çıkış noktası hemen anlaşılır ve hiçbir gizemi kalmazdı. Bu yüzden merak uyandıramam.
6. Peki hayal gücü? 'aslında her şey rüyaymış' düzeyinde ki bu da yazar olamamam için bir başka neden.
7. Gerçekleri yazsam? Bir günlüğüm var ki, işkence niyetine insanlara okutturulsa o insanlar intihara kalkışır. (hayır olayın varoluşçulukla bir alakası yok)
8. Psikanaliz, yunan mitolojisi, din felsefesi ve modernizm üzerine söyleyecek bir sözüm yok.
9. Popüler kültürü takip etmiyorum/edemiyorum ama bunu artistlik olarak öne sürebilecek kadar da uzak değilim.
10. Yemek yapmayı bilmiyorum.
11. Ağaçların, çiçeklerin, böceklerin, omurgalıların, balıkların adlarını bilmiyorum.
12. Bir masa benim için yalnızca bir masadır bir yazar içinse hayatın gözler önüne serilmesi ya da bin bir çeşit betimleme (mimar olmama rağmen şu ana kadar 'maun masa' demedim hiç oysa 7987837 kez okudum. Romanlarda masalar maundur.) Bir şair içinse 'Masa da masaymış ha!'
12. İçki kültürüm yok balık ve yemek adlarını bilmediğim gibi içki adlarını da bilmiyorum. (Sevdiğim kadın ve sokak adı da yok ne yazık ki.)
14. Denizcilik olmasaydı dünya edebiyatı eserlerinin yüzde 60'ı da olmazdı. Denize ve denizciliğe dair de hiçbir şey bilmiyorum. Okuduğum onca kitaba rağmen denizde olan her şey 'gemi'dir. Taka, yelkenli, firkateyn, filika (bunu Titanic'ten hatırlıyorum sanki) nedir en ufak fikrim yok. Mürettebat, tayfa ve kıç kelimeleriyle de bu konuda bir şey yazabileceğimi sanmıyorum.
15. Polisiye, aksiyon yazsam? kafam entrikalara hiç basmaz, silah, tüfek bir de kılıç ayrımı yapabilirim belki ama bunları cümle içinde kullanmak bile hoşuma gitmedi 'savaşma seviş'
16. Nee 'seviş' mi! Haşaa ya bir akraban yazdıklarını okursa! Bir cinayet öyküsü yazsan sana katil demezler belki ama bir sevişme mevzu bahisse yandın, vay ahlaksız.
17. Takma isimle yazsam? Kendime takma isim bulamam bir twitter ismi bile bulamayıp ad soyadımla hesap açtım ki nerede mahlas bulmak hem mahlas mı kaldı bu devirde?
18. Sözlük okuyangillerden değilim. Kelime dağarcığım zayıftır. (Sözlük okuyan insan var mı cidden?)
19. Ne şehir ne taşra ne de aradakalmış edebiyatı yapabilirim.
20. Bilimkurgu desek? Kurgu konusunda zayıf olduğumu söylemiştim, bilim de ortaokulda okuduğum bilim çocuk dergisi terk.
21. Fantastik? O konuya hiç girmeyelim.
22. Yazmak için yaşamadığım gibi yaşamak için de yazmam gerekmiyor.
24. Yazmayınca çıldırmıyorum.
25. Yağmurlu havada kahve ve sigara eşliğinde daktilo başına otursam yazabileceğim tek şey gülme efektine ihtiyaç duyan sitcom senaryosu olurdu.
26. Yazmak için bir yere kapansam yazmak dışında her şeyi yaparım. Sporla arası iyi olmayan bir insan olarak amuda kalkmayı bile denerim ama yazamam.
27. Eleştiriye hiç gelemem, o cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diyen birine roman kahramanımın türkçesi çok iyi değil der postmodernizmin tüm nimetlerinden yararlanır ama tutunamam bu nedenle benden yazar olmaz.
28. İlkokulda bulduğum imzayı kullanıyorum, artistik imzam ile havalı imza günleri düzenleyemeyeceğim için yazar olamam.
30. Tür adları konusunda kötü olduğumu söylemiştim, mevsimler, tarihler, saatler kısaca zaman mefhumu konusunda da felaketim. (Görüldüğü üzere yabancı kökenli sözcükleri kullanırken de beceriksizim, pek iğreti durdu.)
31. İtiraf ediyorum lisede intihar temalı bir öykü yazmıştım sırf bu bile yazar olamayacağımın ya da olmamam gerektiğinin ispatı.
32. Tembelim ben bir kere 'yazmak emek ister emek!'
33. Atladığım sayılar ve tekrar edenler gizemli matematiksel oyunlar değildir.

Not: Devamı gelecek...



1 Aralık 2013 Pazar

Yalçın Tosun ve 'An'lar

Peruk Gibi Hüzünlü 'kayıp anlar'ın kitabıydı benim için. Yazımda da dile getirmiş bu kayıp anları kendimce aramaya çalışmıştım öykülerde. Yalçın Tosun'un son kitabı 'Dokunma Dersleri'ni okurken yine 'an'ların peşine düştüm ama bu kez aramaya gerek yoktu. 'An'lar bir an önce geçmesi gereken, bitmesi, atlatılması ve Peruk Gibi Hüzünlü'de olduğu gibi 'kaybolması' gereken zaman parçalarıydı ve rahatsız edici bir biçimde o 'an'ların tam ortasındaydık.
Acaba aynı şeyleri mi yazıyor, hep aynı konularda gezinip aynı gerilimle mi yüreğimize dokunuyor, bizi hep aynı zayıf noktalarımızdan mı vuruyor diye düşündüğüm an ki 'Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'i okuduğumda öyle hissetmiştim, Dokunma Dersleri ile 'Hayır bu sefer farklı' dedim. Bizi farklı 'an'larımızdan yakalıyor Yalçın Tosun.
Hayalini kurduğumuz o an, unutmaya çalıştığımız o an, hatırlayamadığımız o an ve son kitabındaki öykülerin neredeyse hepsinde olduğu gibi 'kurtulmaya çalıştığımız o an' ve kurtulduğumuz an kavuşacağımız 'o an'
'Damdaki' çocuk annesinin gelmesi ile uyku arasındaki o gerilimde dile getirmez ama bir sonuç arar, uyanmalı, uyumalı, uyumamalı o an gelmeli o an geçmeli. "Uyumak istemiyorum o an gelene kadar."
'Bir Kocanın Gizli Defteri'ne tanık olur aldatılma korkusundan dolayı bir an önce aldatılmasını beklediğini okuruz ki korkulan bir an'dan kurtulmak istiyordur. "İyice acıtana kadar sıktım gözlerimi ve bir şeyler değişene kadar bekledim."
Vapurdan inmek için acele eden insanların arasında bir andan kurtulmanın bir yolu olabilir miydi okuduğun kitabın kapağını kapatmak?
Bir 'Sıcak Sandalye' zamanı mekana taşıyıp bir 'an'ın ısısını yansıtabilir miydi?
"Gitgide havasızlaşan vagonda Saliha, inecekleri istasyona bir an önce varmanın düşünü kuruyordu."
Bazen Soğuk Yılan'daki gibi 'tek bir sebep' ararsınız orada kalmak için o 'an'ı buruşturup atmamak için.
Çilek ne ki, "Bir gülümsese bu anı atlatacak"
Bazen ölçülüdür o 'an' dakika, saat, bir tren yolculuğu, bir kahve içimi bazen de hayattan bir gün;
"Bir gün" diye geçirir içinden Firari Parmağın Ucu'na bakarken "Bir Gün"
Bazen bir şarkının bitmesini beklersiniz elinizde tosbağa ile bazen de telefonun açılmasını;
"Tuşları çevirdikten sonraki o gergin bekleyiş boyunca tırnaklarımı yedim.'
Bazen Ruhsar Hanım gibi tam kapının önünde durur ama zile basamazsınız. Oysa ne kısa bir 'an'dır. Uzar, "Bir geceyi daha, atlatabilmek için."
Sanmayın ki sadece Kucak Delisi bir bebek içindir hikayeler "Ne olursa olsun, bir hikayenin dolduramayacağı bir boşluk yok gibi geliyordu ona. Anı atlatmayı kolaylaştırıyordu."

Kayıp anlarınızı bulmak için okuyabileceğiniz gibi içinizde bulunduğunuz bir 'an'dan kurtulmak için de okuyabilirsiniz öyküleri kolaylaştırır anı atlatmayı ama kitabın kapağını kapatmak da bir çözüm olabilir bazen.



(Not: Kitabın kapağını, kitabı bitirmeden kapatamayacağınız konusunda sizi uyarmak isterim. Öyküleri tekrar tekrar okumak isteyebilirsiniz. )



29 Kasım 2013 Cuma

doğum günü Vol IV

Lafı uzatmayacağım çok konuşup az anlatan şu kadar yıla da çok az anlam sığdıran biri olarak bugün dünya üzerindeki 24. yılımı tamamladım. Doğum günleri var oluşunuzun anlamsızlığını yüzünüze vuran günlerdir. Kendinizi bu dünyaya iyi ki gelmiş olduğunuza inandırmak istersiniz, belki de doğum günü kutlamaları buna yardımcı olduğu için gereklidir. Birileri bize iyi ki varsın demeli ve biz de buna inanmalıyız.
Hele de yıllar geçtikçe. 25 yıla neler sığmaz ki! Mesela dile getirirsem olmaz diye kimselere söyleyemediğim bir hayalimi 25 yaşından önce gerçekleştirmeliyim. Kim bilir bunun için hala 364 günüm var. Sonrasında ya hayalimi gerçekleştirmekten umudu keser ya da 30'a sonra 40'a ötelerim. (Eğer vazgeçersem söz seneye meraklısına açıklarım.)
Her zamanki gibi geçmiş yıllarımı sorgulamıyor bir sonraki yıl için de radikal kararlar falan almıyorum. ( şu hayal meselesi ayrı mevzu ama). Aslında bu yazıyı da sırf doğum günü serimi devam ettirmek istediğim için yazıyorum. Arkadaşım doğum günümde hediye almadı diye üzüldüğüm çocukluk yılları, niye dünyaya geldik ki sanki dediğim ergenlik dönemi, aman yaşıyoruz işte bu da öyle bir gün dediğim şu yaşlarım ve kim bilir 'neden hala yaşıyorum' diyeceğim 29 kasımlar güzel bir derleme olabilir. Ama hiçbir konuda düzenli, tutarlı vs. olmadığım için bu son doğum günü yazım da olabilir.
diğerleri için bkz: #doğum günü daha da eskileri küçükken tuttuğum günlüklerde ki evlere şenlik, akıllara ziyan.

(Not: Acaba bugün birileri Gökhan Özen'in doğum gününü de kutluyor mudur? )
(Not: Dün Zebercet'in doğum günüydü. Onu da unutmadık.)




16 Kasım 2013 Cumartesi

Cesur Yeni Dünya

Bazı kitapları okur okumaz haklarında birkaç şey yazmak istiyorum ama eğer bu kitaplar haklarında zaten çok şey söylenmiş kitaplarsa şevkim kaçıyor. 'Cesur Yeni Dünya' için de böyle oldu.
Söyleyeceklerim yeni, farklı veya okunması gereken şeyler olmayacak bu nedenle, ne kitap analizi ne de ahkam kesme sadece aklıma takılan yerleri yazmak. Bir de bol miktarda 'spoiler' var.

Sürükleyici bir roman ama abartıldığını söylemeye de cüret ediyorum.
Öncelikle ya çeviri ya da yazarın dili nedeniyle büyük bir edebi haz aldığımı söyleyemem nasıl yani derseniz hani bazı romanları okurken 'Ne olur bunun filmini çekmesinler' dersiniz ya ben ilk defa bir kitabı okurken 'filmini çekseler de izlesek' dedim (ki çekilmiş sanırım bir ara izlemeli, bir de okurken aklıma Equilibrium geldi.)



Kitap hakkında yazılan yazılarda bunun bir ütopya mı yoksa distopya mı olduğu tartışılırken aynı zamanda bir kapitalizm eleştirisi mi yoksa sosyalizm eleştirisi mi olduğu da tartışılıyor ki bu durumda bir çaprazlama yaparak şu fikirlere ulaşabiliriz.

sosyalizm eleştirisi ve bu nedenle distopyo
sosyalizme övgü bu nedenle ütopya
kapitalizm eleştirisi yani distopya
kapitalizme övgü ve ütopya
ikisini de eleştiriyor

1984 romanını okuyup da 'Bence ütopya' diyeni bulmak zordur oysa 'Cesur Yeni Dünya'da yaşamak isteyen insanlar çıkacaktır. 1984 ile sadece bu noktada kıyaslıyor kimin gelecek öngörüsü daha fazlaymış gibi tartışmaları komik buluyorum. Kitabı salt sistem eleştirisi olarak almayı veya illa bir cennet cehennem sınıflandırmasına sokmayı doğru bulmuyorum.
Kitabı birçok açıdan ele almak mümkün. Sosyolojik, ekonomik ya da psikolojik. Hiçbir dalda ahkam kesecek bilgiye sahip olmadığımdan belki bir bilen vardır diyerek aklıma takılanları yazıyorum.

Yeni Dünya'da seks üreme amacıyla yapılmıyor, bebekler şişelerde dünyaya geliyor ama cinsiyetsiz bir toplum yaratılmıyor. Üreme seks ile olmasa da yapay ortamda da olsa toplumda kadın ve erkek cinsiyet ayrımına ihtiyaç duyuluyor. Herkesin herkese ait olduğu seksin küçük yaşta öğretildiği ve sadece hazza yönelik olduğu bir dünyada grup seks yapılan ayinde bile bir kız bir erkek şeklindeki oturma düzeninin vurgulanışı da ilginç geldi bana. (ki kitabın bir yerinde daha özellikle karşı cinslerin birleşmesi vurgusu yapılır) Bir de aynı sınıf içindeki seçimler ve güzellik kaygısı da ilginç ki evet Bernard sınıfına göre farklı fiziksel özelliklere sahiptir, istisnadır ama Lenina'nın fiziksel özelliklerinin hem kendisi hem de ondan bahseden erkekler tarafından sürekli vurgulanması da aklıma takılan başka bir soru işareti.
Freud ile Ford arasındaki ilişki kitapta açıkça söyleniyor ama Vahşi'nin annesinin yatağındaki adamı vurmak istemesi, daha sonra Lenina ile annesini özdeşleştirmesi, kırbaçlama kısmında olduğu gibi olaylarda da Freud'a rastlamak mümkün. O dönemde Psikiyatrinin başlı başına bilim kurgu konusu olması da şaşırtıcı olmaz zaten. (Çocukların cinsellik ve ölümle tanışma eğitimleri, ölüm korkusunu yenme çabaları, şartlandırma ve her şeyden önce anne baba kavramını yok etmek.)

Hakkında çok şey söylenen ve söylenebilecek bu kitap hakkında yazma şevkim kaçmışken bu kadar yazmış olmama şaşıyorum ama aklımdaki soru işaretleri de yazdıkça artıyor.

Kitapta 'kahraman' veya 'antikahraman' diyebileceğim birinin olmayışı (belki siz bir kahraman bulmuşsunuzdur kendi adıma konuşuyorum.) kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri oldu. 'İşte Bernard' diyorsunuz bu toplumun dışında kalmış biri, derken Watson çıkıyor karşınıza e o da sisteme uyum sağlayamıyor. Peki ya Vahşi? Sonradan gelip kitabın kahramanı olabileceğini mi sanıyor, yo yoo. Bu çok kötü diyebileceğimiz bir karakter de yok ki, müdürün duyguları, Mustafa Mond'un da düşünceleri oldukça karmaşık.

Belli bir baş karakter yoksa, bu kitabın ütopya mı distopya mı olduğu tartışılıyorsa bu kitaba 'tutarlı' diyebiliriz bence.

Bir yazar kitapların okunmadığı bir ütopya yaratmaz belki ama beni ıssız adaya yolla ki daha çok yazayım, diyebilecek bir karakterle özdeşleşip yarattığı distopyadan kendine kaçış payı ayırabilir.

Not: Kitapta bir sürü yerin altını çizdim ama bu spoiler dolu yazımı okuyan zaten kitabı da okumuş olmalıydı bu nedenle alıntılarımı olur da tembellik yapmazsam başka bir başlıkta yazarım.
Not: Kitaba hala goodreads üzerinden kaç puan vereceğimi bilmiyorum. 3 ile 4 arasında gidip geliyorum.

Not: Bahsettiğim çeviri goodreads  bağlantısı verdiğim baskıdır.