22 Haziran 2014 Pazar

artık yazmıyor musun?

Eşyalarımı düzenlerken küçük kağıtlara yazdığım bazı cümleler buldum. Tarih yazmıyor üstlerinde ama ne zaman yazdığımı hatta 'yazdığımı' unutacağım kadar zaman geçmiş belli ki üstünden.
"Bunları ben mi yazmışım, ben böyle şeyler mi yazmışım?" dedim, güldüm ama atmaya kıyamadım. Buraya yazdığım ama silmeye kıyamadığım onlarca gereksiz cümle gibi.

Bir iki arkadaşımın 'Artık yazmıyor musun? Yazdıklarını okumayı seviyordum.' demesi üzerine sevgili günceme biraz zaman ayırmaya karar verdim. Onların okumayı sevdiği muhtemelen bu tarz zırvalar değildir ama bir yerden başlamak gerek.

"Çarşaf gibi deniz diyorlar. Nasıl da gülüyorum. Benzeyen koca bir deniz olurken kendisine benzetilen nasıl bir kumaş parçası oluyor?"

yazmışım mesela bir bloknota. (iyi ki bunu uzatıp da bir paragrafa hatta daha da beter uzun bir yazıya dönüştürmemişim, Allah korumuş.)

Bir de utanmadan martı, simit, vapur, dalga ve sevişmek kelimelerini bir arada kullanmışım yazı yazmayı becerebildiğini sanan her acemi gibi: 

"Bir parça simit karşılığı laf taşıyan martılar, söyleyin hangi vapurla sevişiyor dalgalar..." (bir soğuk algınlığı ilacının promosyonu için verilmiş bir not kağıdına yazılmış.)
(Ne diyorsunuz kafiye bile var!)

Eveet blog yazmaya döneceğim (hiç bırakmamıştım gerçi araları açmıştım sadece) ama korkmayın böyle şeyler yazmayacağım.
Gönül isterdi ki her gün kahve ve kitap fotoğrafı paylaşan bir 'edebiyat bloggerı' olayım ama bende o hamur yok.
Uzun uzun kitap analizi yapacak birikim ve sabır da yok.
E o zaman olduğu kadarıyla...
Yakın bir zamanda görüşmek üzere...







12 Şubat 2014 Çarşamba

Şapkalar ayrı iç çamaşırlar ayrı rafa

Biri bana şöyle diyor: 'Artık aydınlarla kurulan zihinsel arkadaşlıkları dayanılmaz buluyorum.' Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Arkadaş arıyor, meslektaş değil. Böylesi bile dostluktan ne denli uzakta. Buenos Aires'te (böyle yapılmayacağını bildiğim için ) en iyi arkadaşımın evine çat kapı gidemem; ilkin törensi bir kibarlıkla telefon edilmeli. Üstelik aynı arkadaş iki gün üst üste aranmaz, bu yüzden üç dört arkadaşımız olur ve sırayla hepsini ararız, onlar da bizi böyle arar; ikinci ziyaret bakarsınız sıkıcı olur.
...
İkinci ziyaret sıkıcı olur demiştik, çünkü birincisi arkadaşlık işlevinin yerine getirilmesi için yetmiş, hatta artmıştır: yani, elde avuçtaki dedikoduyu, takas edilebilecek haber ve görüşleri paylaşmak, bir gösteri ya da müziği izleyip bitirmek, birbirini görme mutluluğuna ermek. Şarjı bitmiş piller gibi, dolum için üç beş gün beklemek gerek. 'Seni görmek ne büyük zevk!' Burada ilgisizliğin beceriyle sunuluşuna, özen adını veriyoruz. En iyi dostumun beni aslında neden sevdiğini bilmemesi beni hayrete düşürüyor; sevecenliğe akıl sır ermediğinden ve ona güvenerek açtığım kişisel sırlarımdan olabilir. En kötüsü de güven dediğimiz bu gözüpek sözcüğün içerdiği, insanın içini titreten, tüyler ürpertici gösterilerden, incelikle, sportmence ve en güzel biçimde kaçınmamız. En iyi arkadaşımın yaşamındaki en can alıcı birtakım şeylerin bana üçüncü elden ulaşmasını düşünmek. Burada özgülleşmenin alanına değinmekteyiz artık: Arkadaşımızla paylaşmadığımız bir şeyi (hiç de yakın olmadığımız, herhangi) bir başkasına söylememiz şaşırtıcı değil. Şapkaları ayrı rafa, iç çamaşırlarını ayrı rafa koyarız.
...
Ben sır paylaşmalara, bir iki kadeh eşliğinde sözel cinselliğe inananlardan değilim. Kendi su geçirmez bölmelerimize çekilmek gibi soylu bir yöntemle karşılaştırıldığında beş para etmediği kanıtlanmıştır.
Yalnızca, bunca eş dost içinde, bunca kurtarılamayan adanın olması gibi bir kanıtın da acı vermediği söylenemez.

(Andres Fava'nın Güncesi, Julio Cortazar, sf:59-60tan alıntılanmıştır.)