24 Aralık 2012 Pazartesi

zamansız okumalar

Okulu başkalarının deyimiyle 'zamanında' bitirdim. Üniversiteyi 2. yılımda kazanmış ama hazırlık okumayarak bu kaybı dengelemiştim. Gerçi hem ilk yılımda kazanıp hem hazırlığı okumayıp hem de okulu üstten ders alarak erken bitirebilirdim. Hatta bununla yetinmeyip okurken çalışabilir ve iş hayatına da 'vakit kaybetmeden' atılabilirdim. Bunları yapmayarak bazılarını hayal kırıklığına uğrattığım yetmiyormuş gibi, bu günlerde 'amaçsız' bir şekilde evde yatarak veya aylak aylak gezerek insanları şaşırtıyorum. Ama nasıl olur? Nasıl hala hiçbir iş görüşmesine gitmem, nasıl hala bir kursa yazılmam, nasıl hala...
Bazıları beni kısmen anlıyor; 'Otur dinlen bir yıl ne olacak' diyor, ya da ne bileyim, 'Bir daha böyle boş vakti nasıl bulacaksın, tadını çıkar.' diyor. Bunların da beni tam olarak anladığı söylenemez ya ama en azından gelecekte çok acayip başarılara imza atacağımı düşünüp şimdi yatmama göz yumuyorlar.
Ama para gerek diyenlere lafım yok, doğrudur para kazanmak gerekir. Ama bir ev kirasına çanta alan bazı kızların 'ayyy çalışmaktan ölüyorum.' temalı cümleleri beni çileden çıkartıyor. Meslek aşkı desen, hani yaptıkları işle mutlu oluyorlar desen yok cevap o da değil. Peki bu insanlar neden hem çalışıp hem de ağlıyor? Bu da yetmiyormuş gibi bana uzaylı gözüyle bakıyor?
Böyle bir dönemde ise ben ne yapıyorum, oturuyorum Katip Bartleby okuyorum. 'Yapmamayı tercih ederim'. Ya da başucu kitabı yaptığım 'Uyuyan Adam'ı ya da şu anda yanımda olan ve beni anlayacağını düşündüğüm 'Oblomov'u...
Hepsi birbirinden farklı bu karakterlere nasıl saygı duymayayım. Muhtemelen okumaya zaman bulamayan, işi uğruna canını vermeye hazır insanlar şu kahramanlarla tanışsa onlara 'salak' der, varsın desinler. Biz çok iyi anlaşıyoruz.
Belki de yaptığım büyük bir hata. Çalışmanın erdemi ile ilgili kitaplar okumalıyım. Belki de tüm kutsal kitaplar bana bu konuda yardımcı olur. Ya da öneriniz varsa alabilirim. Şunu oku ve doğru yola gel derseniz acele edin yoksa ben Kafka'yı dinlemeye devam ediyorum;

''Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle... Dinleme bile, sadece bekle...Bekleme bile, gerçekten sakin ve yalnız ol. Dünya özgürce sunacaktir kendini sana...Maskesinden sıyrılmak için başka seceneği yok, huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine...''

Ama bana çalış, çalış diyen ve çalışmayı çok farklı algılayanlara da benim bir iki önerim olacaktır.

'Zavallı dostum, batmışsın sen, boğazına kadar batmışsın batağa, gidiyorsun. Biçare, işinden başka bir şey göremez, duyamaz, konuşamaz olmuş. Ama böylesinin yolu açıktır, yakında büyük işler başarır, en yüksek mevkilere yükselir...Bizde buna meslek sahibi olmak diyorlar. Bunun için zekaya, iradeye, ruha gerek yok; bütün bunlar lüks. Bu adamın hayatı böyle geçip gidecek ve ruhunun birçok yanı hiçbir zaman açılmayacak...'

(Gonçarov Ivan, Oblomov, Türkiye İş Bank. yay., sf:29)

29 Kasım 2012 Perşembe

Doğum günü Vol3

İlk defa bir doğum günümde gerçekten büyüdüğümü hissettim. Ya da büyümek hissedilmez derseniz haklısınız. Belki de 'yaşlandığımı' demeliydim.
Büyümenin hızlı yollarını arayan bir çocuk olmadım hiç, 'Boyum azıcık daha uzasa ya...' diyerek süt içmişliğim varsa da asla basketbol oynayıp iplere asılmak gibi yorucu faaliyetlerde bulunmadım, işin kolayına kaçtım hep. Hızlı büyümek benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bir an önce büyüyüp de dünyayı kurtarma gibi bir hedefim olmadığı gibi annemin büyümem için yememi ön gördüğü yiyeceklere de kanacak değildim. Sadece çocukluk mu? 18 yaşında olmak için can atan arkadaşlarıma da garipseyen bakışlar attığım doğrudur. Gören de 18 yaşına gelir gelmez hepsi araba aldı, senet imzaladı zannedecek; ama doğru ya eğlence mekanlarına girebiliyorduk artık ki benim 'eğlence' anlayışımla hiçbir kesişimi yoktu onların.
Her yaşın ayrı güzelliği var romantikliğini yaşamadan hatta çoğu kez kaç yaşımda olduğumu bile durup düşünerek yaşıyorum. (89 doğumluyum ama kasım ayı hatta erken doğmuşum falan derken haliyle kafası karışıyor insanın.) Ee haliyle geç yaşlanmak gibi bir derdim de yok. (Şimdilik.) Nasıl çocukken her gün boyumu ölçmediysem yaşlanırken de her gün kırışıklık saymam gibi geliyor ama tabi geçmişten bahsetmek kolay, iş gelecek olunca ne olacağı belli olmaz. Ama bedenimle ruhumun kesinlikle paralel zamanlarda yaşadığından emin olabilirsiniz. Çocuk dediğin şöyle olur, genç dediğin şöyle olur kalıplarına pek uymadığım gibi sanırım yaşlı kalıbına da uymam ya da Benjamin Buttonmuşum ben.
Çoğu 'Ee bunlardan banane' denebilecek şeylerle konuyu dağıttığıma göre 'Ha nerede kalmıştık?' Bugün yaşlandığımı hissetmemde. Neden diye soracak olursanız, neredeyse ideale yakın doğum günümden bahsedeceğim. Hiçbir yapmacıklık yok, kitaplarla baş başayım. Doğum günümü zoraki, ayıp olmasın diye kutlayan kimse olmadı. Bir mesaj atayım da kurtulayım diyen de olmadı, böyle günlere ve bana önem veren bir iki arkadaşım aradı, konuştuk. Ailem kız kardeşim hariç bugünün doğum günüm olduğundan habersizdi ki zaten aile bireylerinin doğum günü kutlaması diğer insanlarınkinden daha saçmadır. Sonuçta atsan atılmaz satsan satılmazsın. Mesela annenin 'İyi ki varsın kızım' demesi yerine 'Şu mutfakta bana yardım etsen ölür müsün, bir işe yara.' demesi samimidir. Şimdi bazılarınız sitem edecek; 'ama doğum günleri, hatırlanmak, şımarmak' falan diyecek. Hatırlanmak güzeldir buna lafım yok ama hatırlanan 'ben' olmalıyım, bir tarih değil.
Neden 'ideale yakın' da 'ideal' değil diye soran dikkatli okuyucuya da cevap vermek isterim; ideal doğum günü, doğum günün olduğunun farkına varmadığın doğum günüdür.

(Meraklı olan geçen yıl yazdıklarıma da bakabilir; mesela buna ve buna. Ama o kadar da merak uyandıracağını zannetmiyorum. Bir de ne olur kimse bana 'geçmiş doğum günün kutlu olsun' falan demesin. Bir Behzat Ç olup 'Saçma sapan konuşma' diyebilirim. )
(Doğum günü yazılarım çok tutarsa devamını yazacağım, mesela Doğum günü Vol70'te mumları tek seferde üflemeye çalışırken ölebilirim.)

18 Kasım 2012 Pazar

Deneye Katılım Gönüllüdür


‘Denetleme gereksinimi hepimizin içindeki totalitarizmin bir belirtisidir tabi. Tümüyle özgür, yapılandırılmamış durumlar bizi rahatsız eder. Tıpkı sessizlik gibi’ (Vassaf Gündüz, Cenenneme Övgü sf:52)

Peki ya tümüyle yapılandırılmış ve gözlenen bir durumdan söz ediyorsak? Mesela bir deney ortamı?

‘Deneye katılım gönüllüdür’
‘Deney sırasında deneklerin bazı temel hakları kısıtlanabilir.’ 
‘Deney, denekler tarafından zamanından önce sonlandırılamaz’

Kitap alırken arka kapağı okuyan ama kitabı okumaya başladığında orada yazılanları çoktan unutan biri olarak bu cümleleri okurken de arka sayfada yazanları unutmuştum.  Mario Giordano’nun ‘Deney, Kara Kutu’ adlı kitabının arka kapağındaki tanıtım yazısında; kitapta, 1972 yılında Stanford Üniversitesi’nde hapishanenin insan psikolojisine etkisini araştırmak için gerçekleştirilen ama kontrolden çıkarak 6. Gününde bitirilmek zorunda kalan Zimbardo Deneyi’nden esinlenildiği yazıyor. Başlangıçta atladığım bu deney ve bundan daha önce 1961 yılında yapılan Milgram Deneyi , okumaya devam ettikçe romandan daha çok ilgimi geçti. Kitabı yarıda bırakıp deneyleri araştırmak istedim; ama yine de bunları daha sonra daha ayrıntılı araştırmak üzere bir yere not aldım. Şimdilik Vikipedi bilgisiyle yetinip romandan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle İki kere filme alınmış bir roman olduğunu belirtmeliyim. Filmleri de izlenecekler listesine yazdım. Ama izlemeye dayanabilir miyim bilmiyorum. Kitap, kafamı yeterince karıştırıp, insanlığa olan bir gıdım inancımı da söküp aldı. İtaat, otorite, otokontrol, savunma, temel içgüdüler, şiddet vs. derken kitabı hangi ucundan tutsam da neyi nasıl yazsam bilemedim. Denetim altında olma yani din, devlet, toplumsal baskı, psikiyatrinin askeriyle ilişkisi, ezilenin öğrenilmiş çaresizliği, taraf olma, ihanet, iyilik ve kötülük kavramları, iyi ve kötü, ahlaki değerler, cinnet… Bir de tabi hapishane uygulaması, suç ve ceza kavramı… Hakkında uzun uzun konuşmak istediğim bu kavramlardan uzak durup kitabı ruhsuz bir şekilde incelemeye karar verdim. (Aksi halde şunu da mı yazsam bunu da mı yazsam derken tembellik yapıp hiçbirini yazmayacağımı biliyorum. Bir de kitap tanıtım yazısı mı yazsam, kitabı eleştirsem mi yoksa oturup adamakıllı bir deneme mi yazsam diye düşünürken buluyorum kendimi utanmadan. Her seferinde hiçbirine benzemeyen bir şeyler yazdığım halde.)

Eğer ortada sağlam bir konu varsa, yazarın o romanı nasıl kurguladığı benim için iki kat önemli olur. Bir deney raporu okumak çok eğlenceli olmasa gerek. Gel gelelim bir romanın gerçekten yapılmış olan bir deneyden esinlenip de basmakalıp aksiyon- aşk öğeleriyle basitleştirilmesi de hoş değil. Tesadüfler silsilesi, yarım yamalak anlatılmış karakterler… Bunlar beni kitaptan biraz soğuttu evet, ama daha bitirmeden hakkında bir şeyler yazma isteğiyle dolup taştım ki bu da kitabın etkileyiciliğinin bana bir ispatı.

'Ben hep diğerlerinin denek olduğunu düşünmüştüm!' dedi Tode. 'O zaman bu şu anlama...''
''Aynen! Hepimizin denek olduğu anlamına geliyor. Biz hepimiz deneğiz!'' 











23 Eylül 2012 Pazar

bir aylak bir uyurgezer bir istiridye

''        Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun. 
          Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, kararlı çene, kendinden emin yürüyüş, karın içeride. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadelesinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananların düşlerini süsleyen pek kıymetli yalanlar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri , çok geç gelmiş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için üstlerine oturanlar. Ama senin özürlere, nostaljiye ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyordun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gidip de ne yapacağını kestiremiyorsun...''
              (Georges Perec, Uyuyan Adam, sf:20)

15 Eylül 2012 Cumartesi

dürüstlük pistinde damsız bir kelime

Hep aynı duygular geçiriyorsa seni günlüğün başına ya da hep 'bazı şeyleri' yazmayı seçiyorsan kandırmaya devam ediyorsun kendini. Hem de dürüstlük pistinde.
Bir kavga sırasında sadece duyduğun öfkeyi yansıtıyor ama vahşiliğinden dolayı aldığın hazzı saklıyorsan bunu insanlık namına yaptığına kimseyi inandıramazsın. Ya da en azından ben buna inanmayacağım. Sadece aşık olduğunda şiir yazan adam bir süre sonra ihanet etmeye mecburdur. Ya şiire ya aşka ya aşığına ya da okuruna olacaktır bu ihaneti ve hangisi olursa olsun yanında ikinci ihanet gelecektir. Belki de en büyüğü; kendisine olan ihaneti.
Sadece haklıyken kazandığını, sadece mutsuzken ağladığını sadece 'onunlayken' güldüğünü düşündüğünü biliyorum. Oysa sen her kazandığında haklı olduğunu her ağladığında mutsuz olduğunu düşünüyorsun.
Her yazdığımdan bir anlam çıkarmaya çalışıyorsun. Ve bu anlam arayışının nedeni bana olan güvenin değil zamanını boşa harcamış olmanın verdiği korku. Seninle bu şekilde konuşmamdan hoşlanmıyorsun. Daha fazla okumuyorsun. Çekip gidiyorsun.
Ben bir süre daha yazmaya devam ediyorum.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Psstt! hım! ah!

Raymond Queneau'dan ve Zazie'den bahsetmişken Biçem Alıştırmaları'ndan da örnek vermeden olmaz dedim. Özellikle yazar olmayı düşünenlerin ve bunun yanısıra 'yaratıcıyım ben yea' diye gezinenlerin okuması gerektiğini düşündüğüm bir kitap. Nasıl yani her sayfada aynı şey mi anlatılıyor, ben sonunu bildiğim şeyi okumam yeaa diyorsan da fikrin değişebilir.
litotes''Birçok insanla beraber seyahat ediyorduk. pek de zeki görünmeyen bir genç adam, yanındaki adamla kısa bir süre konuştu, sonra gitti oturdu. İki saat sonra onu tekrar gördüm; yanında bir arkadaşı vardı ve elbiselerden bahsediyorlardı.'' (Raymond Queneau, Biçem Alıştırmaları, Sel yayınları, syf:12)
Şaşkınlıklar''O gün otobüsün koridoruna basıl tıkışmıştık öyle! Ne salak görünüşlü, saçma sapan kılıklı bir gençti o adam! Ne yapıyordu bir de? Bak sen bak...adamın biri_ lafa bak lafa- kendisini iteklediği için kavga çıkartmaya çalışıyordu! Züppeye bak sen! Sonra da boş bir yer görür görmez fırlayıp kendisi kapıverdi! Bir hanıma verecek yerde!'
İki saat sonra, bil bakalım Saint- lazare garının önünde kiminle karşılaştım! Aynı tiple! Giyim kuşam tavsiyeleri alırken! Bir arkadaşından!
Hayatta inanmazsın!'' (Raymond Queneau, Biçem Alıştırmaları, Sel yayınları, syf:15)
Nida''Psstt! hım! ah! oo! ay! uf! hey! ama! oo! tüh! püf! aman! uu! yandım! hey! ee! aa! oh be!
Aa! hey! peh! oo! hım! yaa!''(Raymond Queneau, Biçem Alıştırmaları, Sel yayınları, syf:126)
ve 96 tane daha... Şunu söylemeden geçemeyeceğim ki en kısalarından seçtim:)





   

''Konuş ha konuş başka bir şey bildiğin yok''

Uzun zamandır günceme not almadığımı ayrımsadım. Bir de okuduğum ama henüz hesaplaşmadığım kitapların küçük bir tepe oluşturduğunu...

Özellikle tatil zamanlarında kitaplara olan açlığım artıyor birini bitirmeden diğerine başlıyorum. Ne de olsa zamanım var okurum diyorum, okumakla da kalmaz incelerim bir de günceme yazarım. Ama nerdee yaparım deyip de yapmadığım milyonlarca şey arasına katılıyor bu da, beni bana karşı haksız çıkarmıyor.
Bugün bu hasreti gidermeye ve bir ucundan başlayarak kitaplarımla yüzleşmeye karar verdim.
Bana bu adımı attıran da Zazie oldu.

Zazie Metroda rengarenk, çok hoş kitap tasarımıyla Robinson Crusoe Kitabevindeki bir rafta beni buldu. Kitabevini çok severim (ki bende bir anısı da vardır.) ve oraya girdiğimde mutlaka bir kitap almak isterim kese kağıdına sarılı. Bir de merdivendeki sepette ne kadar broşür varsa toplarım. Fakat bu kitabı almamın nedeni ne atmosfer ne de kitap kapağıydı. Her ne kadar bunlar etkili olsa da kitabı görür görmez almamın nedeni bir tanıdığa rastlamış olmamdı; Raymond Queneau

Şimdi size 1960lı yıllarda Saint Sulpice meydanında bir cafede arkadaşlarımla oturduğumu, onlarla bir edebiyat akımı oluşturup kelimeleri peşimize taktığımızı söylesem benimle dalga geçersiniz ama aklınıza da 'Oulipo'cuları getirirsiniz. Zaman makinesi bulacak olursam o cafeye uğrarım bu cümleyi de gerçekleştiririm bu muhakkak. Ama sizi bu ayrıntılarla sıkmayacağım azıcık Raymond Queneau'dan azıcık da Zazie'den bahsedeceğim.

Düzyazı ve şiir yazarı ve hatta ansiklopedi düzeltmeni. Kelimelerin dilinden anlayan biri. Yalnızca kelimeleri bilmek yetmez onlardan anlamlı cümleler ve hatta paragraflar da çıkartabilmeli insan. ve Raymond Queneau bunu 'Biçem Alıştırmaları' adlı kitabında 99 biçimde yapıyor. 'Aslında şöyle de diyebiliriz' demenin hakkını veriyor ve bunu yaparken de ne matematiği ne argoyu ne de metafiziği dışlıyor.

Sel Yayıncılıktan çıkan bu iki kitabının yazar biyografisi kısmında şöyle yazıyor.
'' Mizahi üslubu ve dilsel çarpıtmalarıyla gerçekte köklü kötümserliğini ve ölüm korkusundaki saplantısını gizliyordu.''
Bu psikanalitik bilgiyi kim veriyor nasıl hakkında böyle emin olunabiliyor bilmiyorum; ama ardında ne yatıyor olursa olsun yazarın bu mizahı hoşuma gidiyor.

Zazie Metroda da bunun bir örneği.
Annesi Zazie'i bir süreliğine dayısı Gabriel'e bırakır. Zazie metroyu görmek istiyordur ama eylem vardır ve metroya binemezler, dayısının taksici arkadaşı Charles ile buluşurlar ve Zazie ilk hayalkırıklığını yaşar. Metro yerine taksi. 'Grev götüm!'

Daha ilk sayfalarda Zazie'nin bildiğiniz çocuklara benzemediğini göreceksiniz. Keza Gabriel de her yerde sık sık görebileceğimiz bir dayı değil. Ve onun arkadaşları da size oldukça ilginç gelecek.
Kitabı okurken eğlendim, yer yer kahkaha attığımı bile söyleyebilirim. Aaa eğlenirken düşünmedin mi yani diyecek olursanız bu konuda da yazarın hakkını yemeyelim hayatı da felsefesini mizaha yedirmiş.''Konuş ha konuş, başka bir şey bildiğin yok.'' diyen bir papağan size bunu ispatlayabilir ve sahibiyle yer değiştirip gidebilir.

Bu arada filmi de varmış bulursam izleyeceğim. Bir de Fransızca bilseydim keşke...

''Çok matrak bir adamsınız.'' dedi Zazie. ''Hiçbir zaman ne düşündüğünüzü doğru dürüst bilmiyorsunuz. Çok yorucu olmalı. Bunun için mi böyle sık sık ciddi havalara giriyorsunuz?''

''...Ne de olsa yaşamak gerekir değil mi ya? peki neyle yaşar insan? Sorarım size. havayla kuşkusuz- hiç değilse bir ölçüde, diyeceğim, ondan da ölür-, ama daha büyük ölçüde adına para dediğimiz şu özlü ilikte yaşar...''

Not: Olur da kitabı okur da beğenmezseniz yok salakçaymış yok bu Zazie ne terbiyesiz ne saçma bir kızmış derseniz Zazie yerine ben konuşurum bu defa 'Saçma götüm!'

26 Temmuz 2012 Perşembe

ah şu yanılsamalar

''Bazı insanlar, ana yolda ilerlediklerini ve dörtyol ağzının hep tali yollarla meydana geldiği inancıyla, hiç sıkıntı çekmeden kör bir şekilde ilerlerler. Fakat farkındalık ve hayal gücüyle ilerlemek, insanın bir daha hiç karşılaşmayacağı dörtyol ağzının hatırasıyla etkilenmektir. Bazı insanlar dörtyol ağızlarında oturur, aynı anda ikisine de girmedikleri için iki yola da girmezler, orada yeterince uzun süre otururlarsa yolların sonunda birleşeceği ve böylece her ikisini seçmenin de olası hale geleceği yanılsamasının tadını çıkarırlar. Olgunluk ve cesaretin büyük bir kısmı böylesi feragatlerde bulunabilme yeteneğidir ve aklın büyük bir kısmı da insanın mümkün olduğunca az şeyden vazgeçmenin yollarını bulma yeteneğidir.''
(alıntı; Varoluşçu Psikoterapi, Irvin Yalom, Kabalcı Y. sf:505 alıntının alıntısı: Wheels, 'Will and Psychoanalysis' )

18 Haziran 2012 Pazartesi

Saatlerin Ötesinde


Kim Korkan Virginia Woolf’tan

Yıllar önce bir yazar hayatıma dolaylı bir yoldan girdi. Michael Cunningham’ın ‘Saatler’ adlı kitabıyla. Bir süre sonra, sonradan çok seveceğim bir yönetmenin, Stephen Daldry’nin  ‘Saatler’i filme aldığını öğrendim ve roman uyarlamalarına ön yargıyla yaklaşmama rağmen filme de kitap gibi bayıldım. Beni asıl etkileyen ise romanda bahsedilen yazar oldu, uzun süre ceplerine çakıl taşı doldurarak intihar eden yazarı aklımdan çıkaramadım ama bir kitabını alıp okumaya da cesaret edemiyordum. Ya sevmezsem?
Elime ilk olarak ‘Dalgalar’ romanını almış ve yarıda bırakmıştım. Her kitabın bir vakti vardı. Ben henüz Virginia Woolf’e hazır değildim. Ya da başka bir değişle korkuyordum.


Saatler’i okuduktan altı yıl sonra ‘Mrs. Dalloway’ ile tanışacaktım. Ve 1966 yılında çekilmiş bir filmin adına bakarak tek korkanın ben olmadığımı anlayacaktım ‘Who's Afraid of Virginia Woolf diyecek ve ben de hayranları arasına katılacaktım.

Kitap 1925 yılında tamamlanmasına rağmen yayınlanmadan önce Virginia Woolf tarafından 3 kez yeniden yazılmış, yazar bundan önce de üç roman yazmış. Ama bu romanıyla ilk kez bilinç akışı tekniğini kullanmış. Modern romanın olay örgüsünü, karakter, zaman anlayışını bozan bu roman tek bir günü anlatıyor. 1923 yılının savaş sonrası Londra’sında bir günü.

Bu güne dahil olmak, kitaba hemen kapılıvermek o kadar kolay olmuyor. Çünkü anlatılan Big Ben’in çanlarına göre 24 saatle dilimlenmiş olsa da öznel zamanda yıllar öncesine gidiyor. Anılar arasında dolaşıyor. Bir arabanın patlayan lastiği, bir reklam uçağı karakterlerin aynı saati yaşadıklarının ipucunu verse de onları aynı zamana sürüklemiyor. Bilinç zamanda ve mekanda akıyor. Bu da romanı ve anlatımını başta yorucu büyüsüne kapıldıktan sonra ise eşsiz kılıyor.

Eğer sıradan bir romandan bahsediyor olsaydım ve size kitabın sonunda ne olduğunu söyleseydim muhtemelen yapmamam gereken bir şey yapmış olurdum ve okuma zevkinizi elinizden alırdım. Oysa Mina Urgan’ın dediği gibi ‘Mrs Dalloway, hem şimdiki zamanı, hem de geçmişi kapsayan tek günde geçer. Clarissa Dalloway, akşam vereceği parti için sokağa çıkıp çiçek alır; eski aşığıyla görüşür, savaş yüzünden ruh hastası olan hiç tanımadığı bir genç kendini öldürür. İşte, olup biten yalnız bunlardır.’



Şimdi ölmek, şimdi çok mutlu olabilmek…

‘Mrs Dolloway, çiçekleri kendi alacaktı.’ Diye başlayan bir kitap var karşımda. Ve ‘Çünkü Clarissa oradaydı.’ diye bitecekti bu kitap. Clarissadan Mrs Dalloway’e Mrs Dolloway’den Clarissaya geçişleriyle bir kadın vardı. Var olmanın ve belki de yaşamanın temsiliydi. Ve septimus vardı, Mrs Dalloway ile aynı şehirde yaşayan aynı anda aynı sokaktan geçen ve o gece ölen. Septimus ‘kendisi’ ölecekti. Kendisi seçecekti.
Mrs Dalloway ve Septimus hiç karşılaşmayacaktı kaldıraçın iki ucunda hiç farkında olmadan birbirlerini tamamlayacak ve birbirlerini dengeleyeceklerdi. Her şeyden önemlisi aynı şiiri anımsayıp duracaklardı.

 ‘Now to die’,’ twere now to be most happy’’ ‘’Şimdi ölmek, şimdi çok mutlu olabilmek’ demektir.’

O gün Clarissa’nın partisine sadece Septimus değil tüm Londra gelir hatta tüm geçmiş. Tüm ölüler ve tüm yaşayanlar. Septimus’la ölüm gelir, delilik gelir, cesaret gelir belki de korkaklık. Karşı penceredeki kadınla yaşlılık gelir, sırlar gelir, yalnızlık gelir, Killman’la nefret gelir, kıskançlık gelir, aşağılama gelir, Humbert ile toplumsal düzenin çirkin yüzü gelir. Sally ile aşk gelir geçmiş gelir ve Peter Walsh ile anılar gelir, pişmanlıklar gelir.
Kitabı kapattığınızda siz de partiye katılmış gibi hissedeceksiniz. Ve benim gibi Virginia Woolf korkunuz varsa, eminim yeneceksiniz.


Not: Alıntıları teker teker sayfa sayfa yazmam gerek biliyorum ama tembelliğime verin italikle yetinin. Mesela Mina Urgan'ın 'Virginia Woolf kitabı bunlardan biri. Ya da Virgini Woolf'tan güncesi. Bir de Virginia Woolf ve Mrs Dolloway üzerine Birgül Oğuz'dan dinlediğim ders var ki tadından yenmezdi. Onun da katkısı büyük. Saygılar... 





17 Haziran 2012 Pazar

Kumral Ada Mavi Tuna


Bir Kuzguncuk Romanı

Kuzguncuk’ta İsmet Baba Meydanı’nda oturuyor ve boğazı izliyorum. Elimde bir bardak çay ve yanında pastaneden alınmış bir dilim kek. Çantamdan mavi bir kitap çıkarıyorum. Kapağında, az önce hayranlıkla bakarak  hayallere daldığım manzara var, bir de tel örgülere asılı bir çift Converse.

İstanbul, savaş ve gençlik kitaptan kapağa taşıveriyor. Ve bir de ‘duygu’ dolu bir isim. Siz, aşk romanı diyebilirsiniz ya da savaş, hiç sınıflandırmalara girmeden ‘hayatımın romanı’ diyenler de olacaktır. Oysa ben, ne kitaptaki karakterlere inanabildim, ne o aşka kapıldım ne de iç savaşa. Bu romana ‘Kuzguncuk’ romanı diyeceğim. Benim için ne Ada’nın ne de Tuna’nın, Kuzguncuk’un hikayesi ‘Kumral Ada Mavi Tuna’.

Bu nedenle benim için roman kahramanı ne kendini beğenmiş, şımarık, bencil Ada’dır ne de kendi kişiliğini bulmayı daha çocukken reddedip Aras ile Ada’nın gölgesine sığınan Tuna’dır. Ne istediği her şeyi elde eden, yakışıklı, sempatik, dikkat çekici Aras ne de hayatta her istediğini sessiz sessiz çalışarak elde eden Meriç’tir. Ne de olayları birbirine katan, sadece bir katalizör görevi gören Aliye. Ben de çoğu okur gibi Şair Doğan Gökay’ı sevdim ve onun Atilla İlhan’dan izler taşıdığına inandım. Buket Uzuner bir yazısında Atilla İlhan için ‘Siz benim biraz imkansız sevgilim, biraz babam ve biraz da arkadaşımsınız’ dediğimde ciddiydim.’ der. Ada için de dayısı şair Doğan Gökay öyledir. Gerçi Buket Uzuner ‘Ada mısınız?’ diye soranlara ‘Hayır Tuna’yım’ der. Bence Buket Uzuner ne Ada’dır ne de ‘Tuna’ gezmeyi, okumayı ve yazmayı sevenlerden yani; ‘Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?’ sorusunu geçersiz kılanlardan, kıskandıklarımdandır. İstanbul aşığı olarak nereyi seçeceğini iyi biliyor ve ben de bir Kuzguncuk aşığı olarak, kitabı okuduktan sonra Kuzguncuk’a gelenlerin aksine Kuzguncuk’ a geldiğim ilk gün bu kitabı okumaya karar veriyorum. Okuduğum gibi de yazmaya. Paylaşmaya...

Buket Uzuner kahramanın iç savaşını bir ülkenin iç savaşına dönüştürüyor, bir ülkenin kocaman iç savaşını alıp bir kahramanı omuzlarına yüklüyor. Bir yandan dünyanın en büyük savaşlarından biri olan ‘aşk’ı anlatıyor bir yandan da kanı, nefreti, ayrımcılığı, ötekini, sebepsiz kötülüğü. Bunların ne kadar iç içe olduğunu, savaşların önce içimizde çözüleceğini. Hayalle gerçeğin arasında bizi kitabın bölümlerine sıkıştırıyor.

Kumral ada mavi Tuna çok katmanlı, çok sesli bir roman. İsterseniz bir ülkede yaşanan iç savaşın nedenleri ve sonuçları üzerine bir okuma yapın, isterseniz bir büyüme hikayesi olarak yorumlayın. Bir aşk hikayesi olarak ele alın sadece, imkansız saf aşk ya da toplumsal olarak bireyleri inceleyin. Buket Uzuner hepsini yapmaya çalışıyor ve bunları kotarırken bir nebze edebiyattan çalıyor bir tutam da fazladan didaktiklik ekliyor. Bunlar da romanı eksiltiyor. Keşke bu kadar çok'la anlatmaya çalışmasaydın dedirtiyor. 

Kertenkeleler ve çocuklar

İkinci çayımı da bitiriyorum, çay içimi ısıtsa da denizden gelen rüzgar beni orada daha fazla tutmak istemiyor. Mavi kitabı çantama koyuyor ve kuzguncuk sokaklarında dolaşmaya başlıyorum. Marco paşa Konağı’nın yani ilkokul binasının içine giriyor ve bu kez boğaza daha yüksekten bakıyorum. Bana daha alçaktan bakan gözlerle çocuk gözlerle.

Mavi kitap çantadan tekrar çıkıyor. Neşeli ve masum bir çocukluk hikayesi, sancılı ve acı bir gençlik hikayesine dönüşüyor. Gençlerin büyümesi için de içlerindeki savaşa bir son vermeleri gerekiyor.
Bahçede kertenkele aramaya başlıyorum, küçük bir çocuğun elinde Mabel sakız görüyorum. Çocuğa kertenkelelerle oynama demek istiyorum ya da kertenkelelere kaçıp kurtulmalarını söyleyeceğim. Hiçbirini yapmıyorum. Ada, Aras, Tuna ve Meriç’in çocukluğuna uzaktan baktığım gibi bu tarihi ilkokul binasında Kuzguncuk’un çocukluğuna da uzaktan bakıyorum. Değiştiremiyorum.

"Akıl, aşk ve can!
Bu üçü üçgendir.
Her derde çare, her yaraya merhemdir."
Mevlânâ Celâleddin Rumî (II. Divan Kebir)

Okuldan çıkıp İcadiye Caddesi’ne gidiyorum. Gözüm o meydana takılıyor. Burası diyorum, Aras’ın gittiği yer tam olarak burası! Akıl ve cesaret gittiğinde geriye kalan ‘aşk’ ne kadar yaşanılabilir? Onun tortusunda eski evleri bir bir yıkılan kuzguncuk da yarım kalır. Evlerin arasında dolaşırken Tuna’nın evini arıyorum, yıkıldığını bilsem de belki de hiç var olmadığını Ada’nın evini arıyorum.

‘Şiir herkesi birleştirebiliyordu’
  
O ev olduğuna inandığım bir yerde soluklanıyorum ve birden kendimi Baylan’ın bahçesinde buluyorum. Kitabı çantamdan çıkarıp masaya koyarken yan masamda oturan Ada, Aras, Tuna ve Meriç’i fark ediyorum. Tüm savaşları Kuzguncuk’ta bırakmıştım.

Yanlarına gittim ve masalarına oturdum. Kitabı aradım, bulamadım. Ayaklarımdaki converselere baktım, yürümekten aşınmışlardı. Aklımda birçok şey vardı onlara söyleyecek ama onları görünce gidivermişti hepsi. Şair dayılarına selam söylemelerini istedim. Hepsi güldü.
Sonra uyandım, Kuzguncuk parkında uyuyakalmışım. Günlerden salıydı.

Uyanmak güzel, diye gülümsüyorum.
Durum ne olursa olsun, uyanmak güzel’









Tanrım, Ben Ateistim!



‘ Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı.’

‘Büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan birkaç satır ya da birkaç sayfa okumaya devam ettim.
Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm.’

Atatürk Kütüphane’sinde gezinirken raftan çektiğim bir kitabın arkasında bu cümleler yazıyordu. Cümleler adını çok duyduğum ama hiç okumadığım bir yazara aitti Charles Bukowski’ye. Kitap ise Charles Bukowksi’nin Tanrısı kabul ettiği ‘John Fante’nin. Yeşil kapağı bilim kurgu kitabını andıran bu kitabı alıp oracıkta okumak istedim.
Bu isteği ünlü bir yazarın önsözü mü tetiklemişti yoksa o yazarla kitaba ulaşma yolumuzun benzerliği mi bilmiyorum. Belki de yazarla hiç alakası yoktu. Kitabın adını sevmiştim; ‘Toza Sor.’ Ya da kapağında yazan tek bir cümleyi;
‘ Dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı.’



Arturo Bandini, Hem balık hem kuş; ya da ‘Ne balık, ne de kuş’

Kim bilir belki de bunların hiçbiri değildi nedeni, o sırada elime başka bir kitap alsaydım, onu seçecek ve Arturo Bandini ile tanışamayacaktım. ‘Çoktan Yitik Ülke’ ve ‘Minik Köpek Güldü’nün yazarını, sadece portakalla beslenen, insan ile hayvan arasında fark gözetmeyen büyük insanı, bu büyük yazarı…
Arturo Bandini hep ‘öteki’dir. Kendine de yaşadığı şehre de aşka da dine de hep ötede kalır. Ve bu ötekilikte bir ileri bir geri savrulur. Kendine de yabancılaşır. Yer yer kendinden ‘Arturo Bandini’ diye bahseder yer yer ‘ben’ oluverir. Zina yaptı diye tanrının insanları cezalandırdığını ve depreme neden olduğunu düşünür bir yandan da tanrıyla pazarlığa oturur.
‘ Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’i okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim.’

Arturo Bandini aşık olur ve aşkta da öteki olur. Aşkını da tüm hayatı gibi gelgitlerle yaşar. Camilla, Maya Prensesi, Meksikalı güzel onu değil Amerikalı Sammy’i seçer.
Camilla’yı Meksikalı olmakla suçlar ve ‘Ben Amerikalıyım’ der. Oysa Amerikalı değildir ve kendisiyle savaştığı gibi aşık olduğu kızla da savaşır.

Canım cicimden öteye gitmiyordu şiir bende, berbat kafiyeler, ahmaklık derecesinde bir duygusallık. Tanrım, yazar müsveddesinden başka bir şey değildim; küçük bir dörtlük bile yazamıyordum, hiçbir işe yaramıyordum şu hayatta. Pencerenin önünde durup ellerimi göğe açtım; beş para etmezdim, ucuz bir taklit; ne yazar ne de aşık; ne balık ne de kuş.’

Oysa Arturo Bandini böyle dedikten sonra tabi ki şiir yazar. Ve o şiir şöyle biter;

‘Sadıktım sana Camilla, kendi tarzımda.’

Arturo Bandini dini de, aşkı da kendi tarzında yaşar, parayı kendi tarzında harcar. Kendi tarzında acımasız dünyaya kafa tutar. Ve kendi tarzında başarır kendi tarzında vazgeçer. Hem yazar olur hem aşık, hem balık olur hem de kuş.

Kitabı bitirdikten sonra hem önsözü unutmuştum hem de yazarı, benim için artık Arturo Bandini vardı. Arturo Bandini’nin, John Fante’nin diğer kitaplarının da kahramanı olduğunu öğrendiğimde bu nedenle daha çok sevindim. Kitapları bulabilir miyim bilmiyorum. Belki de toz, o kitapları bana ulaştırır ve beni de Arturo Bandini’ye…


21 Mayıs 2012 Pazartesi

hoşgeldin ya vakt-i final

Bu final zamanı diğer final zamanlarına benzemiyor, 4 yılın sultanı, son final zamanı! ( ya da 'son olduğu düşünülen, umulan' diyelim de dereyi görmeden paçaları sıvamış olmayalım.)

Diğer final dönemleriyle ortak noktaları elbette ki var. Sürekli gezme isteği, ders hariç her türlü yazıyı okuma hastalığının nüks etmesi, tırnak yeme hızındaki artışa paralel çıkan sivilce sayısı gibi maddeler hepsinde ortak. Bu maddeleri sonsuza kadar uzatabileceğim gibi siz değerli okurlarımın (burada kendimi yazar gibi hissederek duruma yabancılaşıyor, öğrencilik dramına uzak bir pencereden bakıyorum.) hayal gücüne bırakmayı tercih ediyorum. (İşin aslı aklıma pek bir şey gelmiyor ve kıvırıyorum.)
Bu final dönemini farklı yapan başlıca neden ise tabii ki 'mahalle baskısı'. Daha dönemin başında başlayan soruların finallerden sonra artacağını bilen bünyem adeta mezun olmaya tepki veriyor. Sanırsın ki okul, plasentası ve bu yavrucak da doğmamaya niyetli. Bu niyeti için de elinden geleni yapıyor.
Sırf 'yüksek lisansı napcan?' sorusuna verilecek cevaplardan kurtulmak adına ALES'e girmeyen, hemen işe girmesi talep edilmesin diye portfolyo hazırlama olayına kalkışmayan birinden söz ediyoruz burada. ( Burada ALES'e girmeme nedenim uyanamama ve portfolyomun olmamasının nedeni ise tembelliğimdir; lakin böyle dersem tüm karizmatik etkisi yok olur ve yazının bütünlüğü bozulur. Çaktırmayın.) Neyse efendim bu bünye aynı şekilde finallere de tepkili. Projesinin en son hangi aşamada kaldığından bihaber facebook, twitter, friendfeed gibi mecralarda geziniyor, arkadaşları çizim yaparken ki bunlar vakti zamanında bilmem kim teyzenin oğlu bilmem kim sıfatıyla onu canından bezdiren kimselerdir, o, bu mecraların tozunu attırıp duruyor.

Ayrıca kafası o kadar dağınık ki 1.tekilden 2. çoğula, 3. tekilden 1. çoğula, 2. tekilden 3. çoğula geçerken yazıyı bombok ediyor okuyanı da okuduğuna pişman ediyor.

Ben zamanlara, cümlelere anlatım bozukluğuna takılmadım ve buraya kadar geldim diyorsanız doğru yerdesiniz çünkü bu yazı sizin için yazıldı. Sizin gibi 'procrastination' durumunda olanlar için, sizin gibi şu saatte uyanık durup vaktini böyle gereksiz şeyleri okumaya ayıranlar için, sizin gibi canı sıkılanlar için ve belki bir nebze de olsa beni anlayanlar içim. Yok eğer bu yazıyı okumadıysanız zaten şimdi yazdıklarımı da görmezsiniz. Ama ben yine de arkanızdan konuşma yüzsüzlüğünde bulunacağım; size imreniyorum.
Size; yani vaktini boş şeylerle öldürmeyen, büyük ihtimalle bu saatte uyuyor olan siz 'düzenli' insanlara. Ya da sadece gerekli şeyleri okuyan siz 'bilinçli' insanlara, ya da şu yazılara burun kıvıran siz 'yetenekli' insanlara ve dolusu dolusu sıfata sahip sizlere...



Not: Ne yani biz yazıyı okuduk diye bunlardan değiliz mi diyen kişi sen de bu cümlenle son anda onlara dahil oldun hadi bakalım!

Not: Yazımı dönüp okudum ve ne yazdığımı ben bile anlamadım. sonra da projesine sonradan konsept sıkan bir öğrenci edasıyla ' bilinçli yazdım ben bunu, yazıdaki dağınıklık ve olmamışlık final döneminin dışavurumudur bilmemne...diyerek kendimi avuttum.

Not: Evet uyumam gerek, farkındayım.

18 Mayıs 2012 Cuma

bu saatte yazılan bu saatte okunmalı

Kavramlar ve onlara yüklediğimiz anlamlar...
Nasıl da sıkıcı nasıl da yanıltıcı.
Bir durumu adlandırmak bir duyguyu tanımlamak nasıl bu kadar kolay olabiliyor?
Nasıl diyebiliyoruz 'Ben aşık oldum' ve nasıl diyebiliyoruz; 'Senden nefret ediyorum.' Benden Sen'e senden O'ya dönüşen cümleler nasıl da atlıyor kavramdan kavrama. Nasıl da tecavüz ediyor her birine. Bir bakmışsınız aşk, şiddette karşılık buluyor; emek, yalanla örtüşüyor; nefret, ikiyüzlülükle yıkanıyor; kıskançlık, dostluğa benzeşiyor. Hangisinin nerede bittiğini ve diğerinin ne zaman başladığını kestiremiyoruz. Kalbiniz mi sıkışıyor yoksa sadece kafanız mı karışık? Belki de başlayan ve biten bir şeyler yoktur. Zamanın çizgiselliğinde ve kavramların boşluğunda sıkışıp kalmışızdır.

Cesaretle korkaklığın kesiştiği bir yerde dünyaya ahkam kesiyorum. Öcülerden korkuyorum ama onların hikayelerini dinlemekten de geri kalmıyorum. Kötülüğün içimizde olduğunu, gölgesizliğin ne denli bir yalnızlık olduğunu da biliyorum ama bunu bilirken de kötülük ve yalnızlık kavramlarına kocaman bir kazık atıyorum.

Bir de şu saatte ne yazdığımı çok da iyi bilmiyorum. Gerçekleri dinleyip masallar mı anlatıyorum yoksa masallarda yaşayanlara gerçekleri mi sunuyorum? İnsan iki nedenle yazar dedi son derste Mario Levi; birisi acı diğeri ise öfke. Ben ne yazdığımı pek bilmesem de neden yazdığımı biliyorum. Ya da en azından bildiğimi sanıyorum ki bu da 'bilgi' kavramının bize attığı kazıktır.


6 Mayıs 2012 Pazar

ekmekten suya köpekten çocuğa

Bir anda ortaya çıkan zayıf bir köpek beni ısırmaya çalışıyor. Çığlık atmıyorum, kaçmaya çalışmıyorum acısını bedenimde hissediyorum ve birazcık ısırmasından bir şey olmaz bir derdi var belli ki birazdan bırakacak beni diye düşünüyorum. Sonra aklıma dank ediyor ki ben bu köpeğe ne zamandan beri yemek vermiyorum. Aslında benim köpeğim de değil, bir nedenden ötürü bana bırakılmış, sorumluluğu bana kalmış gibi. Daha önce böyle bir sorumluluğum olmadığından, daha önce hiç hayvan beslemediğimden olacak ki sadece bir kez yemek vermişim ve unutmuşum belli ki o da açlıktan beni ısırmaya başlayana dek kendisini hatırlatamamış. Derdinin açlık olduğunu anlamam yetmiyor, bir yandan köpeğin dişleri bedenimde (sanırım bacağımı ısırıyor.) bir yandan yiyecek bir şeyler arıyorum. Önüne ekmek atıyorum ve bu beni bırakmasına yetmiyor. Evet diyorum ekmek yemez ki köpek başka bir şey olmalı başka bir şey ama ne? Su veriyorum.
Ardından kucağımda nefes alamayan bir erkek çocuk görüyorum 6-7 yaşlarında zayıf, yüzü bembeyaz. Ve su içirmeye çalışırken boğulduğunu bir anda ne olduğunu anlamadan onun öldüğünü düşünüyorum ve koşarak anneme gidiyorum. Çocuğu annemin kucağına bırakıyorum ve tam anneme olayları açıklayacakken annem çocuğu sevmeye başlıyor, ölmemiş. ve ben bir açıklama yapmıyorum ve uyanıyorum.

Not: Bu kez kendi kendimin Freud'u olmaya falan kalkışmıyorum. Rüya işte deyip geçiyorum. Yoksa işin içinden çıkamam. Ben hep diyorum size benim bilinçaltım bir çöp kovası gibi. Bir de adi ve pislik ve adeta bana düşman. İyi ki rüyalarımın pek azını hatırlıyorum. Yoksa kafayı yerdim ama bence falcılık boşuna moda bu aralar rüya tabircileri moda olsun mesela ben bir rüya tabircisi bulsam koşa koşa giderim ya da durun yahu ben mi rüya tabircisi olsam?

30 Mart 2012 Cuma

Çalar Saat

Çalar saat! uğursuz tanrı, öfkelenerek
Uzatır parmağını, bizi tehdit edip, der:
''Anımsa!' Biraz sonra bu titreşen Hüzünler
Hedefi vurur gibi yüreğine inecek;

Puslu, buğulu Arzu kaçacak uzaklara
Sahnenin dibindeki Hava Perisi gibi;
Sana bir mevsim boyu verilmiş nasibini
Geçen her an elinden alacak parça parça.

Saniyem, böcek gibi, dinle, neler söylüyor
Üç bin altı yüz defa, her saatte, inceden
Fısıldıyor: 'Anımsa!' Ve, Geçmiş zamanım ben,
İğrenç hortumlarımla ömrünü emdim! diyor.

Remember! Esto memor! Savurgan ruh, anımsa!
(Madeni hançerem bak konuşuyor her dili.)
Bir maden cevheridir dakikalar, ölümlü,
Altını çkarmadan sakın onları atma!

Anımsa ki Zaman aç gözlü kumarbazdır,
Hilesiz de kazanır her eli, böyle yasa.
Gündüzler kısalırken gece uzar: anımsa!
Uçurum hep susuzdur; su saati boşalır.

Vaden doldu, az sonra çalacağım. Ve felek
Ve henüz kızoğlankız zevcen görkemli Erdem
Ve Pişmanlık (son durak!) sana: Ey garip adem,
Yaşlı ödlek, iş işten geçti, geber! diyecek.''


(Baudelaire Charles, Kötülük Çiçekleri, Çalar Saat, Varlık Yayınları,  sf:145,146)

9 Mart 2012 Cuma

insan kendi kendinin freud'udur.

Hatırladığım tüm rüyalarımın yazılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Sabah gördüğüm rüyayı da hatırladığım kadarıyla yazmak isterim. Hayra yorunuz efenim.
Oda arkadaşımla yurt odasındayım ve sınıftan bir arkadaşım da geliyor. Çabuk hazırlan ama hep böyle yapıyorsun hep geç kalıyorsun vb. sitemler ediyor bana. Ben de ya aslında dünden hazırdım vs diyerek kıvıran cevaplar veriyor bir yandan da hazırlanıyorum derken annem odada beliriyor. Anneme 'Seni proje dersinde hiç görmüyorum.' diyorum. Neden derslere gelmiyorsun? Annem de proje almadığını okulunun uzayacağını şimdi sadece diğer dersleri aldığını söylüyor. Yanlış hatırlamıyorsam 3 projesi kalmış. Bir yandan konuşurken bir yandan da hazırlanmaya devam ediyorum. Kişiler ve mekan değişip duruyor rüya ya bu kim kimdi kim bilir?
Yeni bir ayakkabı almışım onu deniyorum. Kiremit kırmızısı, kalın topuklu ve önü kabarık bir çizme. Giyiniyorum bir garip duruyor ayağımda ve büyük geliyor. Aynaya bakıp duruyorum. Ama aldığım zaman büyük değildi diyorum ve yanımdakilere soruyorum, 'Bir şey olmaz çok belli değil hadi çabuk ol' diyorlar. O sırada odaya 3 erkek giriyor. Birisi kuzenim diğer ikisi ise 5 yıldır görmediğim dershane arkadaşlarım. Ellerini sıkıyorum ve muhabbet ediyoruz. Kuzenim yanıma oturuyor daha çok onunla şakalaşıyoruz falan derken ben yine kendimi hazırlanırken buluyorum. Çantama eşyaları tıkıyorum hızlıca. Ve inatla peçete veya pamuk arıyorum. Bulduğumda ayakkabıya sokmak üzere çantama atıyor ve çalan telefonla uyanıyorum.
Daha öncesinde çalan alarmları duymadığım gibi telefonu da meşgule veriyorum fakat rüya devam etmiyor hazırlanıp mimarlık bıdı bıdısı adlı bir derse gidiyorum. (Şu an dersin adı aklıma gelmedi resmen)
Rüyamı anlattığım iki arkadaşım olayın sadece ayakkabı boyutuna takılarak 'başından büyük işlere kalkışacaksın.' dedi. Rüyanın bazı kısımları gayet net olduğundan yoruma gerek yok şöyle ki 'neden hep geç kalıyorsun Neslihan?' sorusunu soran arkadaşın her yere zamanından önce giden ve her işini erkenden bitiren bir arkadaş olması tesadüf değil bilinçaltımın kalleşliğidir.
Rüyamın ilk kısmını jüri stresine yoruyorum. Annemin bizim okulda ne aradığını bilmemekle birlikte dönemim uzarsa bunun annemi çok üzeceği aşikar. Bu da üzerimdeki aile baskısından olsa gerek. Gelelim kiremit kırmızısı yüksek topuklu ve bilek kısmı bombeli acayip bota! Bunu ister başıma büyük iş almaya yorun isterseniz değişime ya da ayaklarımın açıkta kaldığına. Freud'a göre de sıkıntı gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam. Dershane arkadaşlarıma gelince 5 yıldır görmediğim bu iki çocuk dershanede yarış ortamını tetikleyen iki tipti. Hani şu herkese kaç net yaptığını soranlardan. Yanıma oturan kuzenim ise lise terk, hayatı boşlayan ve inanın tanısanız çok seveceğiniz bir insan. Aha işte burada dananın kuyruğu kopuyor o hırslı, başarılı diye hatırladığım iki çocuk yerine kuzenimle konuşmayı tercih ediyorum. (Ki kendisine buradan selam çakarım, satrancın bile şans oyunu olduğunu iddia eden uzun uzun düşünmeden her seferinde karşısındakini yenen, tek derdi de tuttuğu takım olan aylak.) Burada bilinçaltımı doğru seçimi için kutluyor sıkıcı insanlardan uzaklaşıyorum. Hıh!
Rüyamın son sahnesine gelecek olursak çantayı açıp içine eşyalarını doldurmak... Freud'a göre çanta kadın cinselliğidir ya da öyle bir şeyler işte bilen bilir. Aman Freud bir çekil aradan diyor ve çantaya koyacak peçete aramayı da minareye kılıf aramayı da rüyaya yorum aramayı da bırakıyorum.
Uzun lafın kısası; hayrola.

Not: bu arada başlığım da geçenlerde burakaksak'ın bir tweetinden araklama. Kendisine selam çakarım. Rüyamda at görürsem sorumlu onu tutarım.

8 Mart 2012 Perşembe

40 kere

Pozitif bir insan oldum diye jüri temalı yazı yazmayacağımı sandıysanız yanılıyorsunuz.
'Son jüri' temalı bir yazı yazacağım günü ise sabırsızlıkla bekliyorum. Hatta mümkünse 'annneee bittiiii' başlığı atıp kendi çapımda bir espri ile de bunu kutlarım.
Şimdi bilmeyenler için özet geçiyorum. Geçen pazartesi itibari ile 'pozitif' bir insan olmaya karar verdim. Nasıl olcak o öyle 'The Secret' mı? diyeni döverim. Olayım karmayla, the secretla, evrenin geri dönüşüyle, kozmik teori vs. ile ilgili değil uzağa gitmeyelim biz bunu yurdum insanından sokaktaki teyzeden öğrendik 'Evladım 40 kere dersen gerçek olur.'
Yok ben şöyleyim yok böyleyim yok şunu yapamıyorum yok bunu yapamıyorum, lanet olsun bu hayat tadındaki  söylemlerimden sıkıldım. Düşünün çevremdeki insanlar nasıl bunalmıştır. Ben de artık Pollyanna olmaya karar verdim. (Şu güne kadar okuduğum tüm kitaplar içinde en nefret ettiğim karakterdir desem inanır mısınız bilmem ama artık ona da bir şans veriyorum.)
Şimdii yazıyı uzatmıyorum pazartesi jürim var ve tek korkum Erdal Hocaya 'Erdal Bakkal' demek.

Not: Niye buralardasın ders çalışmıyorsun dersen çalışıyorum, çalışacağım. Henüz elimde hiçbir şey olmayabilir ama kafam dolu, şahane,muhteşem. laylaylaylay...

29 Şubat 2012 Çarşamba

'sadece ben' adlı albüm

Yeni bir aya girerken şöyle bir yazdıklarıma baktım da bazen bayağı abartmışım. Ulan ben o kadar sinirlenmedim ki o kadar da mutsuz değildim ki yuh ne sıkmışım ama dedim. Ee bir de büyük atıp haddim olmayan şeyler de yazmışım neyse sorun değil belki böyle böyle ünlü olurum ya vezir ya rezil şöyle fenomen olsak fena mı olu? .(Buraya bir yaprak dökümü annesi edasıyla girip evlerden ırak ve ah başımıza gelenler diyorum.) Her insan bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır dedin di mi duydum duydum tamam. Ama benim kanaatim de şu ki her insan bir gün klişe olacaktır kitsch olacaktır. Şimdilik bunlardan uzak duralım çocukların ulaşamayacağı yerlerde saklayalım diyorum ve kendime bazı notlar düşüyorum.
Bunları yazma ya da aynı cümlede kullanma ya da aklından bile geçirme:

1) sirk, palyaço, hayat, biz, sahte kahkaha, boyalı suratlar...
2) rol, sahne, oyun, şah, mat...
3) pazartesi sendromu (nolur bunu yapma)
4) kadınlar bıdı bıdı erkekler bıdı bıdı ilişkiler vadaaaa...
5) para, rant, iktidar, bunlar hep amerikanın oyunu
6) sessiz çığlık, harfsiz kelime, donsuz kar, kafeinsiz kahve, (anladın sen onu emreaydınvari ikilemeler...)
7) nutella
8) bir de sadece bu aya özel gelsin kedilere kapıdan bakıp kazma kürek ile dalmayalım
9)
10)
10 madde yazmak isterdim ama üşendim aklıma da gelmedi şimdilik. Sayılara takılmayalım. Di mi?

aaaa 29 şubat

'Kabul edilmiştir.' denilen gerçeklere (!) göre yaşıyoruz ve bunun en baba örneği de 29 şubat. Aslında bugün günceme bir şeyler yazasım yoktu. Ne ergen tribindeyim ne mutluyum ne mutsuz yani çalkantılı bir ruh haliyle klavyeye kuvvet demiyordum ki bir de baktım günlerden 29 şubat. Aaa dört yıl sonra bir daha ancak bu tarihte yazacağım dur değerlendireyim bunu dedim.
Pi sayısını 3 almak bir nebze tamam da 365 gün 6 saati 365 gün almayı kabullenemiyorum. Sevgili bilim adamları yapılmış işte bir yanlış neden bunda diretiyorsunuz değiştirin şu takvimi siz de rahat edin biz de diyesim geliyor. isyanım büyük.
Bu arada aklıma gelmişken dünya 6 günde yaratıldı 7. gün tatildir inancına saygı duymakla beraber bence 6 gün tatildir ve dünya 7. gün yaratılmıştır. Burada da iddiam büyük. Yoksa hiç kimse hiçbir türlü bana 'son günün gücü' nü ve pazartesi sendromunu açıklayamaz.
Saat takmıyorum. Saatleri sevmiyorum. Küçükken maarif takvimlerini hep 10 gün sonrasına kadar koparırdım beğendiğim bir fıkra çıkana kadar günleri atlardım. Günlüğüme hep yanlış tarihi atar sonra da aamaan boşver derdim tarihe geçecek değiliz ya. Şimdi de ajanda alıyorum ve o ajandaya yazdığım ne varsa yapmıyorum. hani şöyle zamana ayak uyduran insanlara da gıpta etmiyor değilim. Ne mutlu onlara! Umarım 29 şubat onlar için asla önemli bir gün olmaz yoksa yazık maazallah 4 yılda bir kutlamak zorunda kalırlar.

20 Şubat 2012 Pazartesi

kuvveden fiile

Aldığım kararların umutlarımı karartmasından korkuyorum. Kararsızlığım belki de bu yüzden. Ya da güvensizliğim. Öyle ki 'Şimdi sussam diyorum. Ama gerçekten sussam. Fırtına öncesi sessizliği, belki de sadece gecenin gündüze koyduğu tepki.
Tekrarlardan sıkıldım. Bu kez aynısı olmayacak. Kolay kolay söz vermem, ne kendime ne de başkalarına. Hele kendime verdiğim sözler...Başkalarını affedebiliyorum. Ya onları sevdiğim için ya da umursamama noktasına gelip dayandığım için ama sıra bana gelince işler değişiyor. Kendimi affetmem hepsinden ama hepsinden zor oluyor ve ben başkalarına ne kadar kızarsam kızayım en çok ama en çok kendime kızıyorum.
Bir daha olmayacak dersem kendime bu sözü verirsem ve tutamazsam işte o zaman kızmaktan öteye geçip kendimden nefret etmekten korkuyorum. Bu sözü vermedikçe de adım adım, dönüp duran çemberin içine geçiyorum. Çember benden beslenerek daireye dönüyor ve sonra beni tekrar püskürterek eski halini alıyor. Bense parçalanmış olarak çıkıyorum her seferinde. Küllerimden yeniden doğmam ise öyle masalsı olmuyor. 'Beynine bir kez hava değmeye görsün.' Öyle kolay mı daha güçlü olmak? Belki bir filozofa belki bir simyacıya belki bir hacıya göredir. Ben ise basit bir insanım.
Düşünceleri ile eylemleri arasında uçurum olan sıradan bir insan işte.
Eylemlerim çekingen, korkak, tembel, tutucu, yerinde durucu fikirlerim ise ne kadar bunlara ters olsa da bunları alt edemeyecek kadar güçsüz. Kuvveden fiile geçememe nedenim budur. Ama çözümüm nedir. İşte onu bilmiyorum.

dipnot: ergensin tespiti yerindedir.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Anlatacaklarım uzun.

Ama hep böyle değil mi zaten? Ben hep çok konuşmaz mıyım? Ya da çok uzun yazmıyor muyum? Hatta siz de bu yüzden çoğu zaman yazıyı okumuyorsunuz ya hani.' Ay uzundu bakmadım' demiyor musunuz? 'Sadece başını okudum canım çok güzel'ciler var bir de neyse efendim siz doğru yoldasınız. yani başı sonu bir okuma zaten zaman kaybı. Ben burada yazıp yazıp kafamı boşaltıp rahatlıyorum sen neden okuyup dertsiz başına dert alacaksın ki? Hiç.
Giriş kısmını yaptıktan sonra gelişmeye geçiyorum. Anlatacaklarım uzun dedim ya uzun ama her zamanki gibi bölük börçük. Ne bir cinayete tanık oldum ne de aşk meşk olayları var yani sizin beklediğiniz türden bir entrika yok. Bu nedenle sabredip de buraya kadar okuduysan burada bırak. Böyle cümleler söyleyip tak diye bitireceğim. Eeee ne oldu diyeceksin? Ne anlattın şimdi. cevabım : Hiç.
Hiç için uzun uzun konuşmak, düşünmek... Anlatmak anlaşılmak ve anlayış...
Bu haftayı bomboş yatarak geçirebilirdim. Ya da projeme çalışabilirdim çoğu insan gibi. Oysa ben ikisini de yapmadım. Kayıtdışı olup taksim üzerine düşünmeler, harekete geçmeler...Gönüllü olup !fistanbul için bilet kesmeler vs derken kendimi sabahın köründe kalkıp gün boyu o yaka senin bu yaka benim koşturur buldum. Bir sürü insanla tanışmak çoğunu çok sevmek, farklı yerlere gitmek, farklı deneyimler edinmek ve yeni birçok şey öğrenmek... derken işin bir de 'her çeşit insanla muhatap olma' kısmı varmış. Açıkçası bazen zorlasa da ben şimdilik işin bu kısmını da sevdim.
İşte bu noktada açıklama kısmına geçmek yerine sonuç kısmına geçiyorum. Tam olarak ne yaptın, neler yaptın niye sevdin vs gibi soruları yanıtsız bırakıyorum. Daha başka bir deyişle başka bir zamana ve başka bir yazıya bırakıyorum.

Not: Küçük bir olayı abuk sabuk yerlere bağlayıp portakaldan yaşam felsefesi çıkarıp püresini de değerlendiririm. Kulağımı tersten göstermeyi severim ama kulağımı göstermeyi sevmem. velhasılıkelam ben size bunları başka bir zaman anlatırım.

15 Şubat 2012 Çarşamba

bir mimarlık mahkumunun son dönemi

Artık  burada 'bir mimarlık mahkumunun son dönemi' adlı yapıtımı izleyebilirsiniz. Belki son dönemim olmaz cezam uzar. Yalnız şu benzetmede mimarlık 'idam' mı olmalı yoksa 'cellat' mı ona karar veremedim. Bir mahkumun celladına duyduğu aşk ziyadesiyle mevcut. Öte yandan mimarlığın ta kendisi de ölüm. Hayatın çoğu pisliğinden kurtardığı gibi seni, güzel bir pencere açıp cenneti yaşatabileceği gibi,ortamı ve insanları nedeniyle de tam bir cehennem. Baştan sona ego giyinmiş zebaniler ellerinde t cetvelleriyle sırıtıyorlar. öte yandan minimalist melekler beyazın büyüleyiciliğiyle ortalıkta geziniyor, modernist bazı melekler şeffalığı seçip camlardan geçiyorlar. Kimisi cafcaflı ama zevkli kimisi cin ali gibi sadece çizgilere itaat ediyor. Burası böyle renkli bir dünya. İçine dalsan bir dert dalmasan başka bir dert.
Bindik bir alamete ve 4 yıl okuduk (henüz 4 yıl dolmadı ama sen bir de bana sor.) Okumakla bitecek de değil. Dedim ya aldığım şu mezuniyet belgesi giyotinim olacak oraya gelene kadar intihar etmezsem tabi.
Niye böyle kötü kelimelerle anlatıyorsun korkunç benzetmeler yapıyorsun derseniz nedeni sevmemem değil bilakis çok sevmemdir.
Seviyorum ama her şeyde olduğu gibi sevgimi gösteremiyorum. O benim kendisini sevmediğimi ve hep onu aldattığımı düşünüyor. Ona sürekli bir şeyler vadeden insanlara kanıyor. Benimse 'senin olmak için doğdum, birbirimiz için yaratılmışız' yalanlarına karnım tok. Yani sevgili mimarlık burada direkt sana sesleniyorum 'Beni azıcık anla. Çok fazla üzme. Bizim de mizacımız bu azıcık da tembeliz. Hem sana zamanında dedim sana layık değilsem bırak beni ama yoook peşimi de bırakmıyor kendine aşık ediyorsun. Sonra da kölen olalım istiyorsun ama görüyorsun ki olamıyorum. beni böyle seveceksen sev. ya da gördüğün gibi işte ruhumu sana teslim ediyorum. idamım bu dönem elinden olacak daha ne istiyorsun?'
Sevgili okuyucu bu noktada tekrar sana dönüyorum. Mimarlıkla aramdaki bu garip ilişkiyi çözebilmiş değilim. Ama bu dönem çalkantılı bir özel yaşamımızın olacağı aşikar. Sen de bu yaşama ara sıra tanık olacaksın. Zaman zaman bana 'Ayrıl lan bundan seni sevmiyor.' diyeceksin zaman zaman da 'naz yapıyor. siz birbiriniz içinsiniz.' diyeceksin. Bazen bana kızacaksın. 'Azıcık ilgilen şununla' diyerek bazen de ona ' Görmüyor musun senin için yaptıklarını?' diyeceksin. ya da tepkisiz kalacaksın.
Olur da mezun olursam sizi düğünüme ay pardon cenazeme beklerim. Direkt idam edilişimi görmek isterseniz jürime beklerim. Olmadı biz sonradan katılalım derseniz ben size çalıştığım iş yerinden -cennetten veya cehennemden veya işsizsem araftan- mektup atarım.
sevgiler.

12 Şubat 2012 Pazar

andersenden gerçekler

Şimdiii siz insanları salak yerine koyuyorsunuz ya hani ne bileyim 'bunu anlamaz' diyorsunuz ya da 'amaan fark etmez bile' diyerek onlara kötülük yapıyorsunuz ya...Ya da aslında fark etmedikleri için bu kötülük de olmaz diyerek kendinizi haklı çıkartıyorsunuz ya size bir sır vereyim mi? Lanet olsun ki bu insanlar bunu çoğu kez fark ediyor. Ama onlar sizin yaptığınız gibi 'salak yerine koymak' yerine sizi göğe çıkardıkları için 'amaaan ne olacak' diyor ya da 'yok yok niyeti kötü değildir.' diyor. Siz buna salaklık diyorsanız evet çoğu zaman salaklar. Bazen de işte onlar yani şu 'salaklar' sizin bu yaptığınızı 'salaklık' olarak adlandırıyor. Anlayıp da anlamazlıktan geliyor sizin şu kendinizi beğenmiş hallerinize gülüp geçiyor.
Hayattaki değer yargılarınız o kadar farklı ki...
Nerede okumuştum kimden öğrenmiştim veya kendim mi keşfetmiştim bilmiyorum ama insanları kendi ahlak yargılarıma göre değil de onlarınkilere göre değerlendirmeye başlamıştım. Başlangıçta zor olmuştu. Nasıl olurdu da yalan söyleyen bir insanı haklı görebilirdim? Onun değer yargısına göre bu sadece 'pembe' bir yalansa ve benimkine göre 'onulmaz bir suçsa' orta yolu bulmamız şart mıydı? Çoğu insanın yaptığı gibi 'benim gibi düşünmeyeni ötekileştirmem' daha kolay olmaz mıydı?
Uzun süredir insanları yargılamamaya daha doğrusu nedense kafama yatmış bu kurala göre yani onların değerlerine göre yargılamaya çalışıyordum. Onları anlamasam da suçlamıyor, dışlamıyor ve nefret etmiyordum. Anlamaya çalışıyordum.
Tüm bu çabalarımın bana nasıl döndüğünü soracak olursanız çevrem bir avuç 'sadece kendini düşünen' insanla doldu. Dinleyebiliyor ve gerçek anlamıyla 'Seni anlıyorum.' diyebiliyordum. Daha sonra ise oklarını bana döndürdüler. Madem anlayabiliyordum. O zaman bana yaptıkları kötülükleri de anlayabilecektim. Bu da onun huyu deyip geçebilecektim. Ama yoook. Hayır efendim o kadar da uzun boylu değil. Her felsefenin incelip de koptuğu bir yer vardır elbet benimki de buraya kadar.
İnsanları 'kullanmak' klişe bir ifadeyle yükselmek için onların sırtına basmak hem de bunu bazen o kadar bayağı hallerde ve küçük şeyler için yapmak...İşte bu noktada sizi anlamıyorum. Belki de sizi anlamama nedenim hiçbir değer yargınızın olmamasıdır. Tek gerçeğin kendi 'ego'nuz olmasıdır. Kim bilir.
Fakat şunu bilmenizi isterim ki yaptıklarınızın bal gibi farkındayım. Sizinle bunca zaman konuştuysam bunun nedeni sizin benim gibi olduğunuzu düşünmem değil sizi olduğunuz gibi kabullenmemdi. Yani ben sizi de yapabileceklerinizi de biliyorum. Eğer kullandığınızı düşünüyorsanız emin olun ki ben buna izin vermişimdir. Amacım ya şu lanet olası humanizmim yüzünden sizi daha fazla anlamaya çalışmam ya da şu lanet olası merakım yüzünden ne kadar ileri gidebileceğinizi merak etmemdir. Ya da sizi olduğunuz gibi sevmemdir. Fakat yüzüme karşı bir yalancıdan şikayetçi olup bana yalan söylerseniz, kötülediğiniz ve nefret ettiğiniz insanların davrandığı gibi davranırsanız benim makinenin ayarlarını da bozmuş olursunuz.
Buraya böyle üstü kapalı yazıyorsam bunun nedeni de yüzüne karşı söylesem de beni anlamayacak olmandır. Belki de beni kendin gibi sanacak ve senin gibi rol yaptığımı düşüneceksin. Korkum bundandır. Bu yüzden susuyorum.

(not: bu yazıdaki gizli özneyi ben bile bulamam.)

7 Şubat 2012 Salı

Ya olduğu gibi gör ya da...

İnsanların hakkımdaki birbirinden ilginç düşünceleri beni daima eğlendirmiştir. (Daha doğrusu bunu genelleyip insanlığa da mal edebiliriz hepimiz hepimiz için böyleyiz falan diye ama genellemelerden uzak durup kendimden bahsedeceğim korkmayın, senden bize ne derseniz de okumayın.)
Lise yıllıklarını bilirsiniz herkesin canım cicim olduğu zamanlardır bunlar. Bir de herkesin aslında lisedeki haline hiç benzemeyen fotoğraflarıyla doludur. Yıllar sonra o yıllıkta benim fotoğrafıma bakan birisi çok rahat 'Bizim okulda böyle bir kız okumadı.' diyebilir mesela. Açıkçası yıllar sonra olmasına da gerek yok muhtemelen o yılın sonunda bile 'Bu kim?' demişlerdir. Neyse çok da fazla abartmayalım ortada Çirkin Betty tarzı absürt bir değişim yoktu sonuçta ama yine de liseye tabiri caizse paçoz bir halde giden birisi olarak masmavi kalemli bir makyajla maşalı saçlarla o ben ben değildim. Bir arkadaşımla geçen muhabbeti de buraya aktarırsam ki her hatırladığımda gülerim, sanırım bu durumu özetler;

T: aaa Neslihan kim bu kız bana ayarlasana. 'Güzelmiş.'
N: Bu kız sana bakmaz ama şu fotoğraftaki 'karizmatik' çocuğa bakabilir. Ona ayarlayabilirim bak.

Evet görüldüğü üzere ne kız güzeldir ne de çocuk karizmatik. Fotoğraflar üzerine uzun uzun konuşabilirim ama bunu yapmayıp yazılara geçiyorum. Ve yukarıdaki konudan bu olaya nasıl bağlayacak diye merak edenleri de aydınlatıyorum.
Yıllığıma yazan arkadaşlarımın hepsi farklı şeylerden bahsetse de hemfikir oldukları bir konu vardı; 'Gevezesin' ta ki bir çocuk 'Çok sessizsin.' yazana kadar. Sevgili arkadaşım eğer biz seninle sadece selamlaştıysak bugüne kadar hani benim tüm gevezeliğime rağmen muhabbet bundan öteye gidemediyse bu beni sessiz mi yapar? Kim bilir belki de.
Yine lisede bunalımlı bir dönem geçirirken (tamam tamam ergendik işte) ve neredeyse her gün saçma sapan nedenlerle mutsuzluk triplerine girerken bir çocuğun bana 'Neslihan şu sınava hazırlık döneminde bu kadar neşeli olup hep gülmene şaşırıyorum.' demesi üzerine yine gülmüştüm. Ona bunun bir tepki olduğunu komik olan bir şeye gülmenin aslında mutsuzlukla ilgisi olmadığını vs. anlatacak değildim. Gülmek güzeldi. Öyle görünmek de.
Ama beni 'hep gülen' biri olarak görenler çok azdır. Daha ziyade 'somurtkan, sıkıcı, kendini beğenmiş, soğuk, sessiz ve kesinlikle inek' biriyimdir. Bazı hocalarıma göre gerçek bir salak bazılarına göre ise tam bir gerizekalı. Bazı teyzelere göre çok efendi bazılarına göre şirret. Bu liste uzar gider.
Bu yüzden bana 'Sen aslında şöylesin ama kendini şöyle göstermeye çalışıyorsun.' diyen insan, öncelikle sen bana 'sessiz' diyen lise arkadaşım gibi 'selam naber'den öte konuşmadığım birisin ve beni ancak o kadar tanıyabilirsin. At gözlükleriyle bakınca farklı görüldüğünü öğrenmiş olsaydın o gözlükleri zaten çıkarırdın. İkinci olarak 'Sen tek değilsin, ilk de değilsin ve bu artık umurumda değil.' Üçüncü olarak da 'Beni anlaman için hiçbir şey yapmayacağım.' Anlama. Beni tanıma zaten. Çünkü sen zaten herkesi tanıyorsun hatta üstüne üstlük psikiyatri yeteneklerinle analiz yapıp sonuca ulaşıyorsun. E daha ne olsun.
Hani 'Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol' derler ya o sözün doğrusu şöyle olmalıydı,
'Ya olduğu gibi gör ya da göründüğü gibi bak.'

(Not: Bu yazıda bahsedilen kişiler hayal ürünü değildir ve sondan eklemeli dil ailesine mensuptur. Sinirim bir kişiye yönelik değildir birinden diğerine aktarılan ve çoğalarak gelen meksika dalgasıdır.)

6 Şubat 2012 Pazartesi

ego ego ego

''Tek bildiğim şu, aklımı kaçırıyorum,'' dedi Franny. ''ego ego ego. Bıktım usandım. Kendiminkinden de başkalarınınkinden de. Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı birşeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım. İğrenç bir şey bu - iğrenç, iğrenç. Kimin ne dediği umrumda bile değil.''
Lane bu sözler üzerine kaşlarını kaldırdı ve, görüşünü daha iyi belirtmek için, arkasına yaslandı. ''Sırf rekabetten korkmadığından emin misin?''dedi önceden hesaplanmış bir sükunetle. ''Bu işten fazla anlamam ama, iyi bir psikanalist- yani gerçekten yetenekli biri- senin bu sözlerini muhtemelen-''
''Rekabetten korktuğum filan yok. Tam tersine. Bunu göremiyor musun? Rekabet edeceğimden korkuyorum ben- beni asıl korkutan bu. Bu yüzden ayrıldım Tiyatro Bölümünden. Ben herkesin değer yargılarını kabule korkunç bir şekilde koşullanmışım diye, alkışlardan ve insanların benim için deli divane olmasından hoşlanıyorum diye, bunun doğru olması gerekmez ki. Bundan utanıyorum. Bıktım usandım. Tam bir hiçkimse olacak cesaretimin olmamasından usandım. Kendimden de bir çeşit ses getirmek isteyen herkesten de usandım.''

(Franny ve Zooey- J.D.Salinger sf:27-28) 




dipnot: Okula başlamadan bırakmayı düşündüğüm doğrudur. Franny gibi olamam onun gibi 'muhteşem' değilim. Yazıdaki tiyatro bölümü yerine mimarlık yazınca mana kat kat artıyor. (egonun da arttığına eminim.) Neyse efendim günün anlam ve önemine de uygun olsun. Belki tinerci olurum.

2 Şubat 2012 Perşembe

Deliliğe Övgü

''Çünkü olayları yaşayarak öğrenmenin önünde iki büyük engel vardır, ilki zihne bir sis perdesi çeken utanç; ikincisi, tehlikeli olduğu açıkça görünen olayların üstüne gitmekten alıkoyan korku. Delilik bizi bu engellerden muhteşem şekilde kurtarır.''
(Erasmus- Deliliğe Övgü) 


1 Şubat 2012 Çarşamba

Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş



Jose Saramago yakın zamanda kaybettiğimiz yazarlardan ve ne zaman bir yazar ölse tanısam da tanımasam da bir dostumu kaybetmiş gibi üzülürüm. Hele de bu yazar büyük bir yazarsa...
Jose Saramago'yu ilk nasıl duydum kimden duydum hatırlamıyorum. Ama çok da bilinmeyen bir kitabını okuyarak tanıştım onunla adı üzerinde 'Bilinmeyen Adanın Öyküsü.'
Servis beklerken okurum diye aldığım incecik kitaptan aslında çok beklentim yoktu. Ama çizimlerle dolu olan bu kitabı 2-3 kez okudum ve hayran oldum. Metni burada da bulabilirsiniz.
Daha sonra da diğer kitaplarını okuma listeme aldım ki Körlük ve Görmek kitapları listeye daha önce girmesine rağmen 'Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş' sırayı bozdu.
Ölüm var olan düzeni de bozuyordu ve kitap şu cümleyle başlayıp şu cümleyle bitiyordu.

'Ertesi gün hiç kimse ölmedi.'

Kitap hakkında söylenecek çok şey var, uzun uzun incelenebilecek bir kitap ama burada hem kitap analizi gibi boyumdan büyük işlere kalkışmayacak hem de okuyanların canını sıkmayacağım.

Başta aklınıza sonsuz bir yaşam geliyor. Ölüm yok! ne kadar güzel. İnsanların aradığı da bu değil mi yüzyıllardır. Tüm efsaneler bunun üzerine değil midir? Ama o efsaneleri kıyısından bilenler sonsuz yaşamı arayanların hüsrana uğradığını da bilir. Ölümün olmaması demek 'sonsuz bir yaşlılık ve hastalık' hali ve hızla artan bir nüfus değil mi? Peki sadece bu mu? Ölümsüz bir dünya kimi nasıl etkiler? Mesela bir levazımatçıyı? Mesela bir sigortacıyı? Ya da ölüme bir saniye yaşama asılı yalan bir yaşlıyı? Peki ya Krallığı nasıl etkiler? Ya Kiliseyi?
Ölüm yoksa ölümden sonra yaşam da yok ölümden sonra yaşam yoksa tüm o din kuralları...onlar da yok.
Kitabın giriş kısmı ölümün yokluğu. Ya her şeye alışmışken ölüm çıkagelirse? Tüm bunlarla da yetinmeyip kadınlığını gösterirse...

Dediğim gibi kitap üzerine söylenecek çok şey. Okumanızı tavsiye ederim. Ama öncelikle daha önce Saramago okumadıysanız sizi imla konusunda uyarmak isterim. Virgülden sonra büyük harf, bitmeyen ve bir sürü virgülle bağlanıp duran cümleler, uzun paragraflar gözünüzü korkutmasın. parantez içi, noktalı virgül vs. aramayın. Zaten anlatımına kapılıp gidiyorsunuz.

''Boşuna bile olsa felsefe yapmaya devam edelim, en nihayetinde bunun için doğmuşuz, Neden, Nedenini tam olarak bilemiyorum, Peki, niçin, Felsefenin de aynı dinler gibi ölüme ihtiyacı olduğu için, eğer felsefe yapıyorsak, bu öleceğimizi bildiğimizdendir, montaigne bey demiştir ya, felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir.'' (sf:37)


''öleceğini bilen bir adamla, bir gün öleceğinin farkında bile olmayan bir atı öldüren ölümler aynı mıydı acaba?'' (sf:73)


''Sözcüklere ne kadar dikkat edilse azdır, onlar da insanlar gibi bir fikirden diğerine geçiverirler.'' (sf:65)

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Georges Perec ve Oulipo akımını bilenler bilir diyordum ki burada duraksadım ve bilenler bilir demek ne kadar doğru olur diye düşündüm. Perec kolay yenilir yutulur bir yazar değil. Tabirim de ne kadar doğru oldu bilemem ama Enis Batur'un 'Georges Perec'i Anlama Klavuzu' vardır mesela desem belki hiç bilmeyenleri biraz aydınlatmış olurum. Bu anlam düşüklükleriyle dolu paragrafımı bir yana bırakıp Perec'ten kendi anladığım kadarıyla bahsetmek istiyorum ki benim anladığım kısmı 'alfabede bir harf' kadardır. Belki de daha az.
Kayboluş'u okuduktan sonra hem Perec'e hem de kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı'ya hayret etmiş, saygı duymuş, hayran olmuştum. Fakat yine de biliyordum ki 'Kayboluş' ve 'A void' farklı iki kitaptı. Acilen Perec'ten başka bir kitap okumalıydım. Marifet kaybolan 'e' harfinde miydi yoksa bu yazar gerçekten bir deha mıydı?

   


'Yaşam Kullanma Klavuzu'na sarıldım hemen. Kitabı okumak için uygun zamanı ve yeri kolladığımı da söylemeliyim. Elimde bir yaşam ansiklopedisi vardı. Tüm sayfaları okuduktan sonra 'Kitap bitti.' diyemeyeceğim bir kitap olduğunu anladım son sayfayı kapatırken. Sonra tekrar başa döndüm bir bölümden diğerine atlayarak okudum, notlar aldım ve bu kitabı asla bitiremeyeceğimi fark ettim. Bir de hiç kimseye öneremeyeceğimi. Bu ne diyerek bana kızabilir ya da benim gibi bu kuyuya dalıp içinden çıkamayabilirlerdi. Daha sonra 'Şeyler'i okudum kendimden ne çok 'şey' buldum. İncecik bir kitap üzerine sayfalarca yazmaya ve çizmeye çalıştım. Perec hayranlığımdan emindim artık!

Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi'ne gelince...İncecik bir kitap. 2 günlük izlenimini yazmış Georges Perec. Ama tabi ki içeriği öyle ince değil. Bir cafede oturup etrafı incelerseniz bir çok şey görürsünüz ve bir çok şeyi de gözden kaçırırsınız. Gözünüzün önündeki aracı görmez ama bir çantadan çıkan yeşilliğin kıvırcık olup olmadığını anlarsınız. Bir kadının poşetinde yazan harfler dikkatinizi çeker ama bir kadını görmezsiniz. Ve Georges Perec en çok otobüslere dikkat ediyor çünkü onlar düzenli çünkü onlar zamanı bölüyor. Ve o muhteşem alaycılığıyla şöyle diyor;

''( belki de asıl mesleğimin ne olması gerektiğini tam da şu anda keşfettim: R.A.T.P 'de hat kontrolörü.)''

(syf 37 ve tahmin ettiğiniz üzere de R.A.T.P. de bir nevi bizim İ.E.T.T)

Şimdi de sıra Georges Perec'in takım arkadaşı (Oulipo akımının kurucularından) Raymond Queneau'dan Biçem Alıştırmaları'nda. Nedense içimde onu da çok seveceğime dair bir his var.

Ayrıca Perec's Dictionary diye bir site var ki Perecseverlere önerilir.
Bir de kitaba dair böyle bir site buldum.








Yeni Yazım Yayında

Çok çok takipçim varmış herkes yazılarımı merakla bekliyormuş gibi bir havaya bürüneceğim bugün.' Birazdan şu konulu yazımı yazacağım.' 'Yeni blog yazım yayında.' gibi cümleler kuracağım. Hatta çok profesyonel bir yazar ya da eleştirmenmişim gibi triplere girip atıp tutacağım.
13 gündür evden dışarı çıkmayıp odamda tıkalı kaldığımdan 'Yazı Odasında Yolculuk' konusunda boş durmadım. (Burada Paul Auster'a da selam çakıyorum tabi ki daha önce edebiyatını ne kadar sevdiğimi ve kendisini karizmatik bulduğumu belirtmiştim). Çok gezen mi çok bilir çok okuyan mı sorusunda cevabım hep 'çok gezen'dir. Ama gezmenin okuyarak da yapıldığına inanırım orası ayrı. (Burada da züğürt tesellisi yapmakta ve asosyalliğe kılıf aramaktayım. Minare çoktan çalındı.)
Neyse efendim bu tatilde bir gıdım sıkılmadım. İnsan uyumaktan ve okumaktan sıkılır mı hiç? (bir de yemek yemekten).
Okulumun pazartesi açılacak olması, son dönemime girmiş olmam, 'yeni mezun' kavramının 'ergen' kavramından daha korkunç gelmesi gibi şeyler şimdiden kafamı kurcalamakta.
Bunları düşünmemeye çalışıyor ve dediğim gibi bir sonraki yazım için çalışıyorum. (Demiştim iste bu moda gireceğimi.) Yazım akşamın ilerleyen saatlerinde gelecektir. Heyecanla bekleyiniz. Gazete bayinizde veya seçkin kitap evlerinde bulamazsınız.


14 Ocak 2012 Cumartesi

değişik

Teslimime çok az kalmışken millet harıl harıl çizim yaparken arkadaşımın paylaştığı bir şiirle kendimi şiirler arasında dolaşıyor buldum. Şarkı falı yaparsınız ya hani şiir falı yaptım ben de sıradaki şiir beni anlatsın dedim.
Ve bu çıktı karşıma. Sorduğum bazı sorulara cevap oluyor. Çünkü benim istediğim değişik bir şey. Kendimi saçma sapan genellemelere sokmaktan vazgeçiyor ve bir nebze olsun rahatlıyorum.



Değişik
Başka türlü bir şey benim istediğim: 
Ne ağaca benzer, ne de buluta. 
Burası gibi değil gideceğim memleket 
Denizi ayrı deniz, 
Havası ayrı hava..

Bir başka yolculuk dalından düşmek yere 
Yaşadığından uzun

Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere 
Ağacın yüksekliğince 
Dalın yüksekliğince rüzgarda 
ve bir yeni ömür 
Vardığın çimen yeşilliğince

Nerde gördüklerim? 
Nerde o beklediğim 
Rengi başka 
Tadı başka..

Can Yücel

13 Ocak 2012 Cuma

mutluyummutlusunmutlu

Dünyaya mutlu olmak için geldiğimize inanmıyorum. Bu yüzden hayattaki tek amacı 'kendi mutluluğunu sağlamak' olan insanlardan değilim. Sanmayın ki başkalarının mutluluğu için koşuşturanlardanım. Bu insanlar da büyük ihtimalle hayattaki amaçlarının insanları mutlu etmek olduğunu düşündüklerinden değil başkalarına yapılan iyiliğin verdiği hazdan mutlu oldukları için iyilik meleği rolüne bürünüyorlar.
Peki dünyaya acı çekmek için geldiğimize mi inanıyorum? Yo yoo karamsar bir insanım evet. Asla bir Pollyanna olamam evet ama arabesk bir insan olmak da doğama ters. 'Ben acılar çocuğuyum.' diyerek ağlayamayacağım. Acı çekmeyi meziyet sayıp nirvanaya ulaşmanın ya da mutluluğa giden yolun ya da her neyse doğruyu bulmanın acılarla orantılı olduğunu düşünmüyorum.
Ama kendini tanıyan insanın 'mutsuz' olacağına inanıyorum. Her ne pahasına olursa olsun 'anlamaya, tanımaya ve bilmeye' çalışıyorum. Bilirsem mutlu olacağım için değil, mutlu olmamın nedenini bilmek istediğim için belki de.
Olaylara bakış açım ve bir noktadan sonra dönüp dolaşıp geldiğim yer beni çıldırtıyor. Kendimle çelişiyorum ve iki ucu boklu değnekle yürüyorum.
Değnek demişken güzel olmaz mıydı sadece sihirli değneklere inanmak?

korkusuz korkak

Büyük konuşuyor ama küçük adımlar atıyorum. 'Korkak' bir insanım eğer 'Ne kadar da cesurca' dediğiniz bir şey yapmışsam anlayın ki bu deli cesaretindendir.
Ne zaman büyük konuşsam daha da siniyorum. O sırada tüm söylediklerimi geri almış olmayı diliyorum. Bazen keşke 'susabilsem' diyorum.

8 Ocak 2012 Pazar

bazen öyle olur işte

Bazı şeyleri kafamda nasıl büyüttüğümü, önemsiz olan ne varsa onları çok da önemli sayılabilecek kavramlarla nasıl özdeşleştirdiğimi görseniz şaşırırsınız. 'Hadi canım oradan o sonuca nasıl ulaştın?' dersiniz. Ben de anlamıyorum ama bir bakmışım tuttuğum ipin ucu beni karanlık bir kuyunun dibine götürüvermiş.
O kuyunun içinden çıkmak için de hiç çaba sarf etmiyorum. Belki de suyu yavaş yavaş ısınan kurbağa misali deneydeki görevimi başarıyla yerine getiriyorum.
Sonra bir bakmışım 'Mutsuzum' ben. Ama bu mutsuzluk öyle nedeni olan 'Şu yüzden' diye açıklayabileceğim bir mutsuzluk değil. Düpedüz büyük annelerimizin 'şımarıklık' olarak adlandıracağı türde bir mutsuzluk. Hani kızılcık sopasını alsalar da peşime düşseler haklılar.
Mutsuzluğumu nedenlere dayandırmaya çalışacak değilim. Ama 'neden' sorusuna verilecek bir cevabının olmaması bazen can sıkıyor. Bu da en azından bir neden oluşturmuş oluyor ki oldukça çelişkili.
'İşte' diyorum bazen, verilebilecek en güzel cevap. En çok da kendime veriyorum bu cevabı.
'Bazen öyle olur işte.' Bazen belgisizdir her şey.

(Şimdi aklıma geldi karanlık bir kuyu demişim. İlahi neslihan aydınlık kuyu mu olur?)

7 Ocak 2012 Cumartesi

Tanıdık...

Bazen her şey, herkes o kadar yabancıdır ki 'tanıdık' huzursuzluğunuzu bile özlersiniz. Öyle ki, duygular da yabancıdır. Bu başka bir huzursuzluktur. Beklediğiniz başka bir mutluluktur. Zaten özlem de bambaşka bir özlemdir. Bambaşka bir gecede bambaşka düşler kurarsınız.
İsimler aynı olsa da başkadır yüzler. Yüzler aynı olsa da başkadır hisler. Hisler aynı olsa da...
Başkadır işte. Bambaşka.


Dikkat: Hasta iken okumayınız

Beş yıl önce elimde bir kitap yatağa uzanmışım. Kitabın adı 'Aylak adam'. Kitap kurdu sıra arkadaşımla kitap değiş tokuşu yapıp duruyoruz o yıl. Öss'e hazırlık süreci deyip geçmeyin ömrümde en çok kitap okuduğum dönemdir. Evdekileri de kitap okuyunca soruları daha iyi anladığıma ikna ettiğimden kitabı bırak da test çöz demeyi bırakmışlardı. (Keza sonuçta Türkçe'den tüm soruları doğru yapıp matematikten hiçbir şey yapamayınca bir yerlerde bir yanlış olduğunu düşünmüş ama ne olduğunu bulamamıştım.)
Neyse arkadaşım kitabı bana verirken 'Değişik bir kitap beğenip beğenmediğimi anlamadım.' demişti. 'Ama büyük ihtimal sen seversin. Fikrini merak ediyorum.' demişti. Bir kitabı beğenip beğenmediğinin anlaşılmaması benim de başıma sık gelen bir durumdur. Sevdim ya da sevmedim diyemem öyle çivilenir kalırım. Neydi şimdi bu?
Kitabı aldım ve eve gider gitmez okumaya başladım. Fakat o gece şifayı da kapmışım bir yerlerden. Bir yandan 'Aylak Adam'ı okuyorum bir yandan da yatakta terliyorum, gözlerimden yaşlar geliyor. Hastalıklı bir ruhla hasta bir bedende tanışırsanız o ruh o bedene sahip olur.
Yatakta dönüp dururken, kısa süren uykuların anlamsız rüyalarında hep C. vardı. Ya ben B. oluyordum ya N. idim. Ya da C. Ya vazgeçiyordum, ya resim yapıyordum ya sokakta dolaşıyordum. Kitabın içine hapsolmuştum ama. Yeter! diye çığlık atmak istiyordum. Kitabın içinden çıkmak istiyordum.
Tüm gece hastalıkla ve de kitapla boğuştum. Kitabı hatırlamıyorum ama kitabın içine hapsolmuş halimi dün gibi hatırlıyorum. Ben o sokaktaydım, ben o masadaydım, ben o ailenin bir üyesiydim ve cık cıklıyordum. Ben merdivenleri çıkan arkadaşına sevgilisinin adını soramıyordum. Ben otobüsün arkasından bakakalandım. ben en çok B. olmak istiyordum. Ben geçip gidendim, terk edendim. Ben bekleyendim. Kafamda B. ile C'yi karşılaştırıyor yine ayırıyordum. Ve daha neler neler. Araya tanıdıklarım giriyordu. Ya da tanımadığım yüzler belli ki onlar da kitap kahramanı.
Kitabı geri verirken ben de emin olamamıştım işte sevip sevmediğime. Kitap beni içine almıştı. Ben kitabın içine dalmıştım nasıl sevmezdim. Ama ya gece boyunca gördüğüm kabuslar. Bir daha hastayken kitap okumayacaktım.
Sözümde durmadım ve iki gün önce elime yine bir kitap aldım. Woody Allen bu kez. Onun mizahı bana iyi geliyor belki de ilaç olur derken Woody de yaptı yapacağını. Beni aldı daha önce tiyatrosunu da izlediğim 'Tanrı' oyununun içine kattı.
'Tanrı Öldü!' demelerim eski yunan sokaklarında koşturmacalarım, kocaman tahta bir atı kim ne yapsın ki? Bir tiyatroya misafir olmuş, kitap yazarının da tiyatro yazarının da tiyatrodaki yazarın da yazdıklarına aykırı davranmıştım. Ve hastayken tiyatro oyuncusu olmak inanın çok yorucu.
Eğer hastaysanız bir romana girmeye kalkışmayın. Ama yine eğer bir romana girmek istiyorsanız bunun en iyi zamanı hasta olduğunuz zamanlar. Tıbbi bir bilgim olmadığından hangi hastalıklarda geçerli olur bilemeyeceğim ama ben denedim grip tek gidişlik bileti sağlıyor. Ama size tavsiyem yine de hasta iken okumamanızdır.
(Hastal seyahat gibi bir isim verilebilir bu olaya. Bence araştırılsın bu, dünyaya bir katkım olur böylece.)

4 Ocak 2012 Çarşamba

Rüyada Zeki Müren Görmek

Geçende arkadaşıma, rüyamda bir kez Tarkan'ı görmüştüm dedim. Bir daha görsem bir çift lafım olacak diye başlayıp bir geyik döndürdük ki bilinçaltım bunu bellemiş. Tarkan olmuyorsa Zeki Müren verelim demiş. İlahi bilinçaltı Tarkanlı rüya ile Zeki Müren'li rüya hiç bir tutulur mu? Ama neticede rüya tabirine göre 'ünlü ünlüdür.'
Yıllar önce sanırım Tarkan'a atar yapmıştım rüyamda, bu bana kör kütük aşık falan...Yok yok sallamayayım şimdi rüyayı hatırlamıyorum. Ama bugünkünü az buçuk hatırlıyorum.
Mekan: Kuzguncukta bir cafe
Saat: Sabahın körü
Orada ne işim var: Aslında Çengelköy'e bir iş için gidiyorum işin ne olduğunu hatırlamıyorum ya da gizemli ama Kuzguncuk'tan otobüse binerek gideceğim nedense. O sırada ben bir dükkana girmek istiyorum. 2 katlı değişik tasarım ürünleri, nostaljik şeyler satan bir yer. Tam gireceğim ki alt kattan merdivenden bir adam çıkıyor birine selam veriyor falan. Ben de nedense dükkana girmeye çekiniyorum. Yokuşu çıkıyor ve üst kattaki kapısından içeride buluyorum kendimi. (Burada mimari detaylar da söz konusudur bir de Kuzguncuk'ta böyle bir yer yok ona da eminim.)
Olay nasıl gelişiyor: Kapıdan girdiğim an bir sandalyeye oturuyorum sandalye tam kapıya bakıyor. Sonra yandan bir adam ve bir kadın beni karşılıyor, bekliyorlarmış gibi. 'Aa henüz sadece bilmem kim ile bilmem kim geldi' diyorlar. Benim gelmeme sevinmiş olmakla beraber erken geldiğim vurgusunu içeriyor. Tam o sırada kapıdan heybetli biri giriyor; 'Zeki Müren'. Hemen bana ellerini uzatıyor. Kimsin? diyor. Kekeliyor ve adımı ardından okulumla bölümümü söylüyorum. Bölümüm orada o saatte bulunmama kılıf. Şeey mimarlık öğrencisi olduğum için ödev için diye geveliyorum. (Oysa Çengelköy'e gitmem gerek ve nedenini saklıyorum. Keşke Zeki Müren' e söyleseydim de ben de öğrenseydim, merak ettim doğrusu.)
Sonra hadi masaya geçelim diyorlar. Elim ayağıma dolanıyor. Şimdi masada ne tarafa geçmeliyim. Zeki Müren'in kolunun altında odaya girmeme rağmen onunla yan yana oturmak ne haddime diyor ve masanın kimse için önemli olmayan uzun kenarının orta kısmında bir yerlerine geçiyorum.
Rüyanın bundan sonrası yok. Yemek nasıldı, neler konuşuldu kim bilir. Belki de Son Yemek tablosuna taş çıkartacak devamını sonra görürüm.
Rüyamı tabir etmek isteyen varsa beri gelsin. Ama bence geçende Kuzguncuk'tan Çengelköy'e yürüme maceramızla ve Çengelköy'de Mert Fırat'ı görmemle alakalı. iyi ama Tarkan ve Mert Fırat olsa tamam da...
Niye Zeki Müren?

Not: Rüyada Zeki Müren görmek Bkz: Bunabir de buna