21 Mayıs 2012 Pazartesi

hoşgeldin ya vakt-i final

Bu final zamanı diğer final zamanlarına benzemiyor, 4 yılın sultanı, son final zamanı! ( ya da 'son olduğu düşünülen, umulan' diyelim de dereyi görmeden paçaları sıvamış olmayalım.)

Diğer final dönemleriyle ortak noktaları elbette ki var. Sürekli gezme isteği, ders hariç her türlü yazıyı okuma hastalığının nüks etmesi, tırnak yeme hızındaki artışa paralel çıkan sivilce sayısı gibi maddeler hepsinde ortak. Bu maddeleri sonsuza kadar uzatabileceğim gibi siz değerli okurlarımın (burada kendimi yazar gibi hissederek duruma yabancılaşıyor, öğrencilik dramına uzak bir pencereden bakıyorum.) hayal gücüne bırakmayı tercih ediyorum. (İşin aslı aklıma pek bir şey gelmiyor ve kıvırıyorum.)
Bu final dönemini farklı yapan başlıca neden ise tabii ki 'mahalle baskısı'. Daha dönemin başında başlayan soruların finallerden sonra artacağını bilen bünyem adeta mezun olmaya tepki veriyor. Sanırsın ki okul, plasentası ve bu yavrucak da doğmamaya niyetli. Bu niyeti için de elinden geleni yapıyor.
Sırf 'yüksek lisansı napcan?' sorusuna verilecek cevaplardan kurtulmak adına ALES'e girmeyen, hemen işe girmesi talep edilmesin diye portfolyo hazırlama olayına kalkışmayan birinden söz ediyoruz burada. ( Burada ALES'e girmeme nedenim uyanamama ve portfolyomun olmamasının nedeni ise tembelliğimdir; lakin böyle dersem tüm karizmatik etkisi yok olur ve yazının bütünlüğü bozulur. Çaktırmayın.) Neyse efendim bu bünye aynı şekilde finallere de tepkili. Projesinin en son hangi aşamada kaldığından bihaber facebook, twitter, friendfeed gibi mecralarda geziniyor, arkadaşları çizim yaparken ki bunlar vakti zamanında bilmem kim teyzenin oğlu bilmem kim sıfatıyla onu canından bezdiren kimselerdir, o, bu mecraların tozunu attırıp duruyor.

Ayrıca kafası o kadar dağınık ki 1.tekilden 2. çoğula, 3. tekilden 1. çoğula, 2. tekilden 3. çoğula geçerken yazıyı bombok ediyor okuyanı da okuduğuna pişman ediyor.

Ben zamanlara, cümlelere anlatım bozukluğuna takılmadım ve buraya kadar geldim diyorsanız doğru yerdesiniz çünkü bu yazı sizin için yazıldı. Sizin gibi 'procrastination' durumunda olanlar için, sizin gibi şu saatte uyanık durup vaktini böyle gereksiz şeyleri okumaya ayıranlar için, sizin gibi canı sıkılanlar için ve belki bir nebze de olsa beni anlayanlar içim. Yok eğer bu yazıyı okumadıysanız zaten şimdi yazdıklarımı da görmezsiniz. Ama ben yine de arkanızdan konuşma yüzsüzlüğünde bulunacağım; size imreniyorum.
Size; yani vaktini boş şeylerle öldürmeyen, büyük ihtimalle bu saatte uyuyor olan siz 'düzenli' insanlara. Ya da sadece gerekli şeyleri okuyan siz 'bilinçli' insanlara, ya da şu yazılara burun kıvıran siz 'yetenekli' insanlara ve dolusu dolusu sıfata sahip sizlere...



Not: Ne yani biz yazıyı okuduk diye bunlardan değiliz mi diyen kişi sen de bu cümlenle son anda onlara dahil oldun hadi bakalım!

Not: Yazımı dönüp okudum ve ne yazdığımı ben bile anlamadım. sonra da projesine sonradan konsept sıkan bir öğrenci edasıyla ' bilinçli yazdım ben bunu, yazıdaki dağınıklık ve olmamışlık final döneminin dışavurumudur bilmemne...diyerek kendimi avuttum.

Not: Evet uyumam gerek, farkındayım.

18 Mayıs 2012 Cuma

bu saatte yazılan bu saatte okunmalı

Kavramlar ve onlara yüklediğimiz anlamlar...
Nasıl da sıkıcı nasıl da yanıltıcı.
Bir durumu adlandırmak bir duyguyu tanımlamak nasıl bu kadar kolay olabiliyor?
Nasıl diyebiliyoruz 'Ben aşık oldum' ve nasıl diyebiliyoruz; 'Senden nefret ediyorum.' Benden Sen'e senden O'ya dönüşen cümleler nasıl da atlıyor kavramdan kavrama. Nasıl da tecavüz ediyor her birine. Bir bakmışsınız aşk, şiddette karşılık buluyor; emek, yalanla örtüşüyor; nefret, ikiyüzlülükle yıkanıyor; kıskançlık, dostluğa benzeşiyor. Hangisinin nerede bittiğini ve diğerinin ne zaman başladığını kestiremiyoruz. Kalbiniz mi sıkışıyor yoksa sadece kafanız mı karışık? Belki de başlayan ve biten bir şeyler yoktur. Zamanın çizgiselliğinde ve kavramların boşluğunda sıkışıp kalmışızdır.

Cesaretle korkaklığın kesiştiği bir yerde dünyaya ahkam kesiyorum. Öcülerden korkuyorum ama onların hikayelerini dinlemekten de geri kalmıyorum. Kötülüğün içimizde olduğunu, gölgesizliğin ne denli bir yalnızlık olduğunu da biliyorum ama bunu bilirken de kötülük ve yalnızlık kavramlarına kocaman bir kazık atıyorum.

Bir de şu saatte ne yazdığımı çok da iyi bilmiyorum. Gerçekleri dinleyip masallar mı anlatıyorum yoksa masallarda yaşayanlara gerçekleri mi sunuyorum? İnsan iki nedenle yazar dedi son derste Mario Levi; birisi acı diğeri ise öfke. Ben ne yazdığımı pek bilmesem de neden yazdığımı biliyorum. Ya da en azından bildiğimi sanıyorum ki bu da 'bilgi' kavramının bize attığı kazıktır.


6 Mayıs 2012 Pazar

ekmekten suya köpekten çocuğa

Bir anda ortaya çıkan zayıf bir köpek beni ısırmaya çalışıyor. Çığlık atmıyorum, kaçmaya çalışmıyorum acısını bedenimde hissediyorum ve birazcık ısırmasından bir şey olmaz bir derdi var belli ki birazdan bırakacak beni diye düşünüyorum. Sonra aklıma dank ediyor ki ben bu köpeğe ne zamandan beri yemek vermiyorum. Aslında benim köpeğim de değil, bir nedenden ötürü bana bırakılmış, sorumluluğu bana kalmış gibi. Daha önce böyle bir sorumluluğum olmadığından, daha önce hiç hayvan beslemediğimden olacak ki sadece bir kez yemek vermişim ve unutmuşum belli ki o da açlıktan beni ısırmaya başlayana dek kendisini hatırlatamamış. Derdinin açlık olduğunu anlamam yetmiyor, bir yandan köpeğin dişleri bedenimde (sanırım bacağımı ısırıyor.) bir yandan yiyecek bir şeyler arıyorum. Önüne ekmek atıyorum ve bu beni bırakmasına yetmiyor. Evet diyorum ekmek yemez ki köpek başka bir şey olmalı başka bir şey ama ne? Su veriyorum.
Ardından kucağımda nefes alamayan bir erkek çocuk görüyorum 6-7 yaşlarında zayıf, yüzü bembeyaz. Ve su içirmeye çalışırken boğulduğunu bir anda ne olduğunu anlamadan onun öldüğünü düşünüyorum ve koşarak anneme gidiyorum. Çocuğu annemin kucağına bırakıyorum ve tam anneme olayları açıklayacakken annem çocuğu sevmeye başlıyor, ölmemiş. ve ben bir açıklama yapmıyorum ve uyanıyorum.

Not: Bu kez kendi kendimin Freud'u olmaya falan kalkışmıyorum. Rüya işte deyip geçiyorum. Yoksa işin içinden çıkamam. Ben hep diyorum size benim bilinçaltım bir çöp kovası gibi. Bir de adi ve pislik ve adeta bana düşman. İyi ki rüyalarımın pek azını hatırlıyorum. Yoksa kafayı yerdim ama bence falcılık boşuna moda bu aralar rüya tabircileri moda olsun mesela ben bir rüya tabircisi bulsam koşa koşa giderim ya da durun yahu ben mi rüya tabircisi olsam?