28 Aralık 2011 Çarşamba

Gelecekteki sevgiliye sitem

Bu kızlar böyledir işte. Ya da ben böyleyim. Ne bileyim başlık gelecekteki sevgiliye mektup ya da alengirli başka bir kelime olabilirdi. Ama gerçekçi olalım kızlar 'sitem' eder. Ya da genellemelerden kaçalım. Ben 'sitem' ederim. Neyse sitemi zamana yayıyor ve şimdiden uyarıyorum.
Sensiz yapamıyorum, sen olmazsan yaşayamam, sen benim ruh eşimsin, sen tanıdığım en mükemmel insansın...
Nasıl da kocaman yalanlar bunlar! Bu yalanlardan hep kaçtım, kaçıyorum. Eğer illa neden yanımda olduğuna bir açıklama getirmen gerekirse bunları deme. Bensiz bal gibi de yapabileceğin halde benimleysen işte o zaman hiçbir açıklama yapmana gerek kalmaz. Ha ben 'niye benimlesin lan ne buldun bende' derim orası ayrı.(daha sevgilivari bir biçimde sorarım bu soruyu merak etme.)
Asla ayrılamayız deme mesela. Hemen şu dakika birbirimizden ayrılmalı ve bir daha görüşmemeliyiz. İşte bu lüksümüz olmalı, ama arabası varken yürümeyi seçen insanlar gibi olmalıyız. Ya da illa romantik cümle istersen yağmurda şemsiye açmayanlardan olalım.
Bir de benimle geleceğe dair hayaller kurma. Ya da kur be hayallerini engelleyecek değilim ya. Ama ne bileyim ben sevgilinin hayal gücü geniş olanını severim mesela ben gelecekte Ashton Kutcher'la tanışıp birlikte olacağıma dair hayaller kurarım büyük oynarım, hayal bu. Zeus'a kadar yolu var.
Şu yazdıklarımı yakın arkadaşlarım okusa şaşırır ki genelde blogumu yakın arkadaşlarım okumaz (bunun nedenlerinden biri geveze bir insan olup her şeyi zaten onlara anlatmam ikincisi benim yazı tarzımın onlara illallah getirmesi üçüncüsü beğenmedikleri zaman eleştirmeye tırstıkları için okumak istememeleri dördüncüsü ise sadece okumayı sevmemeleri. Bir de bu liste uzar ama konudan fazla sapmayayım.) Şaşırmakla da kalmaz beni soru yağmuruna tutarlar sen öyle sevgiliden mevgiliden bahsetmezsin pek ne oldu diye. sonra ağzını aramalar falan. Neyse sonuçta bir şey olduğu yok. Ben aynı ben kafa aynı kafa. Rahat olun.
Bir de ben bunu buraya yazdım ama istatistiklere dayanarak söylüyorum sen de okumayacaksın bu yazıyı. Okuyorsan şimdiden şansını kaybettin:P

(bu yazı ironi içeriyor olabilir, olmaya da bilir. Kızlara veya erkeklere ve abidik gubidik ilişkilere taş atıyor olabilir, olmaya da bilir. ama sahte duygusallığa çok pis çemkiresim var çemkiririm de.)

25 Aralık 2011 Pazar

sonrası iyilik sağlık

Hep sonralar var daha sonralar sonranın da sonrası.
Hep soranlar var her şeyi ama her şeyi soranlar bıkmadan usanmadan soranlar.
Sonra, öyle garip anlar var ki...
O garip anlarda, sonraları soranlar var.
Benimse ne onlara verilecek bir cevabım var ne de cebimde birikmiş sonralarım.

23 Aralık 2011 Cuma

alıp başını gitmeler

''Yaşadıkları başka bir kadının yaşamına aitmiş, bir gün kendi yaşamını yaşayacakmış gibi gelir. İyi ki deniz vardır, gemiler vardır, alıp başını gidemese de, alıp başını gitmeler vardır. Denizi olmayan bir kentte ne başka bir kadının ne de kendi yaşamını sürdüremeyeceğini düşünür. Biraz yorgundur, biraz da kırgın.''

(Cemil Kavukçu- Sessizlik)

21 Aralık 2011 Çarşamba

'çünkü' yü takip ederken

Kendim için bahane üretmekte üstüme yokken başkalarının bahanelerine katlanamıyorum. Yalanın bir türü, bir nevi aldatılmak. 'İstemiyorum' demek yeri geldiğinde 'Sevmiyorum' demek ya da 'Unuttum' demek bahanelerden daha az kırıcı inanın. Yarım ağız 'evet'ler net 'hayır'lardan daha korkunç.
Biliyorum insan bazen kandırılmak istiyor. İnsan hep gözlerini yumuyor ama olsun siz yine de içinizden geldiği gibi davranın. Böylesi çok daha iyi.

20 Aralık 2011 Salı

yaşayayazmak

Bu aralar bir şiir bir öykü arıyorum. Beni anlatsın diyorum. Yazar beni bilmesin tanımasın hem nereden tanıyacak beni? Ama yine de beni anlatsın. Ne o aptal aşıkları ne süper kahramanları ne de varoluş bunalımları çeken modern edebiyatın vazgeçilmez karakterlerini... Beni anlatsın.
Sonra anlatılmaya değecek neyim var ki diyorum. Yıllar önce okuduğum genç kız romanlarından biri geliyor aklıma 'Lise Defteri' miydi. Galiba. Kız tüm günlük boyunca aynı şeylerden bahsediyordu. O kadar sıkılmıştım ki onun yaşamından, bir insan böyle bir şeyi neden yazar ki demiştim. Oysa 'Mavi Saçlı Kız' öyle miydi? Böyle burun kıvırıyor ama ben de o zamanlar harıl harıl günlük yazıyordum. Tüm bunalımlarımı kendime bile üstü kapalı anlatıyordum. Geriye dönüp baktığımda o kız gibi hep aynı şeylerden bahsettiğimi görüyordum. Hep aynı.
Sıkılıyorum. Bundan sonra yazmayacağım diyorum. Ama ne yazdıklarımı atabiliyorum ne de kalemi elimden atıyorum.
Yazmak için yaşamıyorum. Yaşamak için de yazmıyorum. Yazılmak için yaşamak isterdim her insan gibi ama yazıldığım için mi yaşıyorum?

12 Aralık 2011 Pazartesi

any where out of the world

Elimde 'Paris Sıkıntısı', içimde İstanbul.

Seviyorum bu kenti ama başka bir yerde yaşamadığımdan belki de. Hiç kaçıp gitmedim. Kısa terk edişlerin sonunda hep ona döndüm. İkimiz de birbirimize ait olmadık. Ya da bunu kabullenmedik. Hiç İstanbullu olmadım ama hep İstanbul'da oldum. Hep onu dinledim kah gözüm kapalı kah açık, ve beni de hep o dinledi, sadece o. Yine de çok konuşmadık. Tüketmek istemiyoruz yaşanacakları, o saklanıyor köşek bucak bense korkuyorum adım atmaya.

' Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.
Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu.' (Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı)




Ruhuma nerede olmak istersin diye sorduğumda yanıt alamıyorum ben de. Nerede ölmek istersin diye soruyorum ürkütücü bir şekilde? Burada değil diyor ama ekliyor üzülerek muhtemelen bu 'rezil' şehirde bir asfaltta öleceğim. Peki nereye gömülmek istersin? Şaka mı yapıyorsun git bunu bedenine sor!

Öyle işte. Ah Baudelaire neler getiriyorsun aklıma. Şiirle sarhoş olmayı seçtim. Şarabı ve erdemi kendi hallerine bıraktım didişip dursunlar. Ruhumu da kelimelerle besliyorum sussun diye. Elimden 'Paris Sıkıntısı'nı attım içimden de İstanbul. Kısa bir süreliğine...

6 Aralık 2011 Salı

Bir aşk hikayesi

Uyarı: Bu yazı aşırı miktarda 'jüri' içermektedir. 
Yol yakınken kapatıp başka bir yazıyı açabilirsiniz. (Ama tercihen benim güncemden olsun lütfen!) Her günce deyişimde de Nurullah Ataç'ı anarım ki yeri ayrıdır.
Ee hani jüriden bahsediyordun Nurullah Ataç nereden çıktı deme. Çıkar. Mesela Nurullah Ataç güncesinin bir yerinde doğal manzaralardan çok insan yapımı manzaraları sevdiğini söyler. Bir dağ manzarası güzeldir ama iyi bir mimariye bakmaya da doyum olmaz. (Yani bu tarz bir şeyler söylemiştir. Tam alıntıyı bulursam bir ara paylaşırım, yalancısı olmayalım.) İşte bakın nasıl da bağladım Nurullah Ataç'la mimarlığı.
Bir de bu aralar kendimi mimarlığa bağlasam her şey ne kadar güzel olacak. (İşte yavaş yavaş sadede geliyorum.)
Hafta sonundan beri 'Perşembe günü jürim var bir şeyler yapmalıyım.' diyerek geziyorum. 'Demek' ve 'gezmek' eylemlerini başarıyla yerine getiriyorum hem de. Ayaklı bir takvimmişçesine etkinlikleri kovalıyor, nerede ne var atlıyorum. Bu arada her gün hocalarıma 'Hocam bugün okuldaysanız geleceğim' diyor, onlardan söz alıyor ama okula uğramıyorum.
Oysa ben de isterim projemi hafta sonu çizmeyi, pzt modelini yapmayı, salı photoshopta düzenleyip, çarşamba çıktı almayı. (Sahi var mı öyle insanlar?) Bense bugünü de bitmiş sayıyor ve tüm işleri Çarşamba gününe bırakıyorum. Yani jüriden bir gün öncesine yani nam-ı diğer 'son gün'e. E tabi sonra yetişmiyor, çizimler yarım yamalak kalıyor ve jüriden 'fikir güzel ama...' nidaları yükseliyor.
Yaa evet fikir güzel ama 'fikir' hiçbir zaman yetmiyor. Zaten fikre önem verildiği nerede görülmüş. Ay ilahi! Senden istedikleri derslerinden başka bir şey düşünmemen, kulağını gözünü kapatman ve 'öğrenmeyen öğrenci' olmandır neticede. Bunları yapmazsan hep 'eksik' kalırsın ve başkalarının gözünde  hep 'başarısız'. Oysa istediklerini yapsan...
Gerçi bu kez öyle bir durumdayım ki ne istediklerini bilsem onu da yapacağım ama olmuyor onu da anlamıyorum. Hatta ne istediğimi de bilmiyorum. Projeme bakıyor ve 'ne istiyorsun?' diyorum. Benim olman için ne yapmam gerekir söyle! Bu kez hocaların 'iyi' diyebilecekleri bir fikrim de yok. Yaaa çizseydim A alcaktım çizmedim eksik yaptım o yüzden notum düşük diyerek de kendimi kandırıp tatmin edemeyeceğim yani bu kez. Baştan 'fail' ( Burada Nurullah Ataç'tan özür diliyorum.)
Yine de hikayenin sonunu merakla beklemekteyim. Belki sevmeden evlendirilen çiftin romantik komedi konusu aşk hikayesine döner projemle ilişkim. Bir bakarsın aşık olmuşuz. Jüri nikah defterine şahit olarak imza atıyor falan. Neden olmasın?
(Ayrıca yazının başlığına kanıp da farklı şeyler beklediyseniz, küfretmeyiniz. Baştan uyardım.)

4 Aralık 2011 Pazar

ve eğer...

''Neden öfke ve tutku ve aşk ve nefret ona bu kadar yabancıydı? Kötü müydü mizacı? Ve eğer buz tutmuşsa Duero nehri, sırf akması gerektiğine inandığı için gidip de güneşe teslim mi olmalıydı?''

(Şafak Elif, Şehrin aynaları, Sf: 272)

Sunset Park




Bazı romanlar vardır, okursunuz ve kapağını kapattığınız an onunla ilişkinizi bitirirsiniz. Öncelikle söylemem gereken şey Paul Auster'ın romanlarının bunlardan olmadığıdır. Ne zaman Paul Auster okusam o kitabı didik didik etmek tekrar tekrar okumak isterim. Paul Auster'ın yazılarını simematografik bulurum. Zaten çoğu romanında uzun uzun film incelemeleri yapması da bu konuda yanılmadığımı hissettiriyor bana. Sinemadan anlayan, spordan anlayan, insanlardan kısaca hayattan anlayan bir edebiyatçı.
İlginçtir ama Paul Auster'la  nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum hatta önce hangi kitabını okuduğumu da (defterlerimden bir ara bakmalıyım buna). Bunun da Paul Auster'a yaptığım bir haksızlık değil tam tersine üslubunu benimseyen bir unutuş olduğunu düşünüyorum. Bir romanında kahramanın adı Pauldür, bir diğerinde kahraman Amerikalı bir yazardır, bir başkasında Fransa'ya gider okumak için bir başkasında bir yazarla evlenir. Yaşamını açığa vurup saklar yani. Yazar kimdir, okur kimdir, okuyan kimdir, Paul Auster kimdir? Bu karmaşaya düşürür ve 'Ben Kimim?' dedirtir en sonunda. Kurgusunu, Amerika halkını yansıtış biçimini yer yer eleştirel tutumunu ama bir yandan da tipik Amerikan duruşunu seviyorum. Boşa yazanlardan değil. Çok satanların kandırmacasından değil.
Dediğim gibi Auster okuyunca kalemi kağıdı alır bir daha okurum. Bu nedenle çoğu romanının incelemesini yapmışımdır kıyıda köşede. Sunset Park şu ana kadar okuduğum kitaplarının içinde sanırım en az sevdiğim ama yine de 'sevdiğim' bir romanı.

Terk edilmiş şeylerin fotoğrafını çeken bir adam Miles Heller, Terk etmiştir. Abisini ölüme terk etmiştir, ailesini endişeye ve korkuya kendisini suçluluğa terk etmiştir. Ve terk edecektir şehirleri, işleri, kız arkadaşını...
Kırık eşyalar hastanesi'nde çalışan Bill tamir etmeye çalışır eskileri. Eşyalar aslında hepsidir. Onlardır. Birbirlerini, kendilerini ve Sunset Park'ta unutulmuş bir evi tamir etmeye çalışırlar. ilişkileri iyileştirmek...
'Hayatımızın en Güzel Yılları' filmi bir noktada hepsinin kesişimi. Savaş sonrası değişen hayatların kuşaklar boyu etkisi. babaanneler, anneler, çocukları, kesilen eller, unutulan ilişkiler...Tam olabilmek için yara almak gerekir.
Paul Auster acaba ülkesini ve insanlarını ne derece eleştiriyor? Kitap okumuyorlar, iki yüzlüler, bir kuşak diğerinin aptal olduğuna inanıyor, bir kuşak her şeyin yoluna gireceğine... kendilerini tanımıyorlar. Ama kanımca Paul Auster Amerika'nın farkında en azından dışarıdan nasıl göründüğünün farkında. Görünmeyen'de Adam Walker tam bir Amerikalıdır burada ise Miles Heller. Kadın erkek herkesin hayran olduğu, farklı bir duruşu olan, gizemli ve biraz soğuk duran karakter. Yazı Odası'na Yolculukta ise geçmişini unutan bir amerikan halkı dikkat çeker, Bay Boş üzerinden. Nasıl ki her romanında kendisi varsa her romanında Amerika da vardır. Bazen de burada olduğu gibi New York Üçlemesi'nde olduğu gibi de başroldür Amerika.
Kitap hakkında söylenebilecek o kadar çok şey var ki. Bir de söyleyemediklerim var. Mesela kitapta yüz kez bahsedilen o filmi izlemiş olsam birazcık da beyzboldan anlamış olsam çok daha farklı şeyler diyebilirdim. Bu yüzden fazla konuşmadan susuyorum ve kitabın başını yazarından dinleyelim diyorum;






(Paul Auster'ın kurgusuna, üslubuna, yaratıcılığına zaten hayranım ama bir de sesi eklendi bu videoyla söylemeden geçmeyeyim dedim. Bir de adam karizmatik yahu!)


29 Kasım 2011 Salı

Doğum Günü Vol2

Gün Sonu Raporu
Yeni yaşımın ilk saatlerinden bildirimler:
'İyi ki varmışım beee' gibi bir tribe girmediğim gibi, 'ayyy niye doğdum ki ben' de demedim. Yani günü ve D.G.Ö.S'nu resmen az hasarla atlattım. Kendimle gurur duyuyorum!
Normal bir gün gibi okula gittim ve normal bir gün gibi ders çalışmak istemeyip, çalışmadım. Normal bir gün gibi gezmek oraya buraya gitmek istedim ve oraya buraya giderken benimle olmasını istediğim arkadaşlarımı ikna ettim! Güzel bir filme gittik, güldük, konuştuk, daha çok ben konuştum falan. yani bu gün zaten normal, her gün gibi. Olması gerektiği gibi
Yanımda olmasını istediğim o kadar çok insanın olduğunu fark ettim ki...
Bir çoğunu gerçekten sevdiğimi, onlara mesaj atarken bile gülümsediğimi... Ve en güzeli de bunun için doğum günüm olmasının gerekmediği.
Bir de bugün ekstra bir sevecenlikle dolmuş olabilirim bilmiyorum.
(Doğum günü kutlamaları üzerine de bir şeyler yazmak isterdim ama o başlı başına tez konusu!)
Yine de değiniyorum;
Facebooktan kutlamak istemedim seni görünce kutlamak istedim diyenler kralsınız, aaa doğum günün müydü e o zaman kutlu olsun diyenler bendensiniz, doğum günümü kutlamak için gece yarısını bekleyenler hele de uyuyacağım ama dur hele diyenler süpersiniz, arayıp sesini duyuranlar, aradım ulaşamadım diyenler, telefonun elinde olsun arayacağım diyenler candansınız, facebooktan kutlayanlar beni her yıl şaşırtanlar sizlersiniz!
Hepinize teşekkür ediyorum!
Yarından itibaren doğum günü mevzusu kesilecek ve jüri, ders, stres, lanet okuma dönemine girilecektir. Hoş geldin yeni yaş!


Doğum günü Vol1



''Benim doğum günüm eğlenceli değil çok sıkıcı Lapacı.''
''Bugün ağlama, pişmanlık ve gelecek için kaygılanma günü.''
''Çok büyük bir patlamada buharlaşmayı diliyorum.''




Doğum günümü bu video ile kutlayan bir arkadaşım var. İzleyince 'İşte bu beniiim' dedim ve yeni yaşıma gülerek girdim. Hala girmemiş olabilirim gerçi:) çünkü hangi saatte doğduğumu bilmiyorum. (Not: Sendromun doğum günü etkileri devam etmektedir. Saat 12 olduğu an bitecek ve durumum normal seyrine dönecektir. Bu yüzden bugün sergilediğim garip davranışları, sebepsiz neşe ve durgunlukları görmezden gelin.)
Günün ilerleyen saatlerinde ''aaaa bak gördün mü bilmemkaç oldum'' temalı bir blog da yazabilirim. Kendi kendime dileklerde bulunabilirim ya da sıkıcı bir şekilde varoluş sorgularım (evlerden ırak!)


26 Kasım 2011 Cumartesi

D.G.Ö.S.

Size de oluyor mu bilmiyorum ama 'Doğum Günü Sendromu' denen bir şey var ve ona inanıyorum. Daha da kötüsü 'Doğum Günü Öncesi Sendromu' ki çok fena.
Nasıl mı? O zaman semptomlarından ve tedavi yöntemlerinden yazımda ara ara bahsedeceğim. Belki de yazının ana fikri yaparım henüz karar vermedim.
Nedendir bilmiyorum ama insanın doğduğu yıl ve mevsimi sevdiği söylenir. Evet kış mevsimini severim ama kim donmayı sever ki? Kar yağsın isterim ama 'Ayy artık havalar ısınsın da' derim. Ayrıca evde en çok ben üşürüm. Oysa Kasım'da doğmamış mıyım ee o halde dünyaya gelir gelmez soğuklarla karşılaşmış olmalıyım öyle değil mi? Bağışıklık sistemim ilk 'soğuk' konusuna odaklandıysa ben niye bu kadar üşüyorum? Neyse gelelim Kasım ayına. sizin şu Kasımda aşk diye bır bırladığınız aya. Kasım ayı dengesizdir. Bazen güneşli olur bazen yağmurlu ve hatta bazı yıllar kar yağışlı. Ama eğer öğrenciyseniz Kasım ayı 2.yazılılar, 2. sınavlar ve ardından 2. vizeler ayıdır. Henüz iş hayatı hakkında bilgim yok ama eminim Kasım ayı iş hayatının da en boktan ayıdır. Böyle bir ayda aşkı buluyorsanız size helal olsun efendim ben kendimi bile zor buluyorum. Zaten ben kılpayı Kasımlı olmuşum. Erken doğmuşum ki o da ayrı bir maceramdır. (Bir ara da üşenmezsem onu anlatırım.)
İşte sendrom doğduğunuz aya girdiğiniz gibi başlar. Acaba bu ay nasıl geçecek dersiniz belki de inanmadığınız halde yorumlara bakarsınız, düzensiz bir insan olsanız bile doğum günü tarihinizin haftanın hangi gününe geldiğini merak edersiniz. Hatta bazen merakınızı abartıp abuk sabuk sitelerde yok kaç gün yaşadım yok yaşadığım süre içinde kaç kez ay tutuldu kaç tazı kaçtı kaç maymun konuşmaya başladı tarzında gereksiz bilgileri de araştırabilirsiniz ki tavsiye etmem. Doğum gününüze yaklaştıkça o ayda size özel hiçbir şey olmadığını anlarsınız. Yine de umut edersiniz. Ve doğum günü tarihiniz yaklaştıkça umutsuzluğunuz yerini mutsuzluğa bırakır. Hayatın acı gerçekleri kafanıza 'dank' eder. Bir yıl daha geçmiştir ve siz bir baltaya sap olamamışsınızdır. Koca bir yıl hiç de dileklerdeki gibi 'mutlu, kutlu, huzurlu' vs geçmemiş yeni yaş uğur da getirmemiştir. O zaman doğum gününün ne anlamı var ki? İşte bu sorular yoğunlaştığı an sendromu en güçlü yaşadığınız andır. 'Doğduğum gün ölsem ne güzel olurdu' diyebilecek kadar manyaklaşır doğum gününü adeta bir ölüm gününe eş tutar ve gelmemesini dilersiniz.
Ve doğum günü! 'Doğumgünüçocuğu' o gün çok nadir kendini hastanede bir bebek olarak düşünür (ki ben evde doğmuşum bu da bambaşka bir maceramdır.) Genelde hayal kurar ve o hayal hep şuna yöneliktir. 'Bir sonraki doğum günüm böyle olmamalı! Çünkü doğum günü çocuğu o gün siz ne yaparsanız yapın mutsuzdur.
Çocuksa hediye ister hayal kırıklığına uğrar, biraz büyürse yanında birilerini ister ama her zaman doğum günlerinde yanında olmayanlar vardır veya zoraki yanında olanlar yine hayal kırıklığı ve artık yaşlanıyorsa o zaman da her yaş 'iyi ki doğdum' değil de 'iyi de yaşamadım ama yaşlanıyorum'a dönüşür. Yani ne olursa olsun doğum günleri kötüdür. Doğum günü sendromu tam bir baş belasıdır.
Bu hastalığın kötü yanı bulaşıcı olmamasıdır. Bir de asla renk vermemeniz gerekir. Mutlu gözükmelisiniz. Gülümse!

  • Bu sendromu yenmenin en iyi yolu kendinize başka bir doğum günü tarihi seçmenizdir. Hayır yani niye 365gün 6 saatlik bir döngüyü kutluyoruz ki! Mesela ben bundan sonra 200. günümü kutlamaya karar verdim.

Hem böylece her zaman Kasım ayında olmamış olur. Heyecan gelir yahu! Ya da 400 olsun da daha az kutlayayım böylece önemi artar günün.

  • Bu sendromu yenmenin bir diğer yolu da kendinize dışardan bakmanızdır. Kendi kendisine doğum günü partisi yapanlar da bunu başarır. O gün doğan siz değil de başkasıymış gibi çabalarsanız başkaları gibi mutlu olup pastanızın tadına bakabilirsiniz.
  • Diğer bir yol kimseye doğduğunuz tarihten bahsetmemektir kendinize bile! Mesela annem doğum günü tarihini bilmez, Nufusta başka gerçekte başka der. Babamı da geçende doğum günü tarihini yazmak için nufus cuzdanına bakarken yakaladım. ( Ne işler çeviriyor bizimkiler yahu! Bundan da bir macera çıkar belki:) Böylece dilediğiniz zaman doğum gününüz olabilir hatta biraz zorlarsanız istediğiniz yaşta bile olabilirsiniz.
  • Bir öncekinin tam tersi cıvıklığa vurmaktır. herkese doğum gününüzü söyleyin ve hediyeler isteyin. Böylece bu gün sizin için anlamsızlaşır, basitleşir ve emin olun sendromsuz geçer. ve belki de bol hediyeli ne demişler isteyenin bir yüzü...
Ben 2 gün sonrası için ne yapacağım henüz karar vermedim. Kendimi şimdiden yapmacık 'iyi ki doğdun'lara ve de doğum gününü unutan aileye hazırlıyorum. (kendi doğum gününü bilmeyen seninkini mi bilecek ay ilahi!)
İyi ki doğdum. Bir de sen eğer şuraya kadar okuduysan helal olsun sana sevgili okuyucu sen de iyi ki doğdun.






18 Kasım 2011 Cuma

Peruk Gibi Hüzünlü

Boşluğu nasıl tanımlarsınız? Yokluğu nasıl anlatırsınız? Bir anınızı anlatmak zor değil peki ya 'kayıp' bir an'ı anlatmak?
Belki bir saniyelik belki bir gök bakımlık belki üç adamlık belki de sonsuzluk kadar uzayan bir öğle sonrası kadar...
Hep deriz ya hayat bir film olsa...hayatımız bir film olsa; günde 24 saat, saatte 60 dakika, dakikada 60 saniye ve saniyede 24 kare. hayat bir film olsa...Zaman birimini ister 'kare' alın ister 'dakika' isterseniz 'kelime'. Ama ne olursa olsun bir parçanın eksik olduğunu göreceksiniz. Uçup gitmiş bir zamanın
Belki bir saniyelik belki bir gök bakımlık belki üç adamlık belki de sonsuzluk kadar uzayan bir öğle sonrası kadar...

Hayat boyu sürecek bu filmin bir saniyesinden bir kare eksilmiş ya da hafızanızdan bir an siz ne derseniz deyin ne bu eksilenin zamanını bulabilecek ne de ne olduğunu anlayabileceğiz. İşte Yalçın Tosun kayıp 'an'ları, kayıp 'anı'ları anlatıyor 'Peruk Gibi Hüzünlü'de. Biz de o anlarla birlikte kayboluyoruz. Biz de kahramanlarla birlikte arıyoruz. Belki onlara yardımcı olmak amacımız belki de kendimize; kendi kırgınlıklarımıza, kendi dostlarımıza, kendi acılarımıza, kendi unutuşlarımıza...

Muzaffer ve Muz' la başlıyor o anın koparılıp alınışı bir muzun fırlatılışıyla gözyaşı tetiğe geçiyor, sırlar paylaşılıyor ve anılar dudakla yanağı ayıran o sınır noktasında kayboluyor.
Bir Altın Günü'nde cümleler saçılır çay bardağıyla dağılır. Unutulan bir yüz unutulan bir anı aranır oysa o an hep eli burnunda bir kız çocuğundadır. 'Bir şeyler yanlış gibi geliyordu ama neydi hiç anlamıyordum.' 
Masumiyet kaybolan mıydı? 'Çok sevdiği bir şeyi kaybetmiş ya da hiç bulamamış insanlar gibi görünüyordu.'
Tuhaf Adam'da 'İlk gördüğüm andan beri onda bir şeyler bana tuhaf geliyordu ama ne olduğunu tam çıkaramıyordum.'
Yakup'un Bulduğu bir şey yoktu Yakup da diğerleri gibi arıyordu. 'yaşamındaki bir andan ya da herhangi bir anıdan' bir şey arıyordu ama 'Ah, bir hatırlayıverseydi.'
Onat'ın Odası'nda 'Bir şey olmuştu ve bundan sonra sanki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.'
Bir Bavul için Noktürn 'de 'Sanki o Haziran hiç yaşanmamış.'
Madam Marini'nin Tamamlanmış Bir Resmi tamamlanmamış resimleri gibi acemi değildi ve tamamlanmamış resimler sanki hiç olmamıştı. 'Sanki az önce burada bir sürü insan yoktu, hatta hiç olmamıştı.'
Muhayyel'in Aradığı bir an Ferda'nın unuttuğu bir yüz o 'ayı'nın unuttuğu ise bir sarı çantaydı. Bir Gök Bakımlık zamanda hatırlanan.
Üç Kadınlı Şehir, Üç Adamlık Zaman'la anlaşmalıydı. Güneye kaçılabilirdi böylece ya da çerçeveleri ters çevirip anılardan kaçılırdı sadece.

'Bir kitap okudum hayatım değişti' diyemem hiç demedim. 'İşte o gün ben değiştim' diyemem. Çünkü biliyorum o 'anlar' kayıp ve onları arıyorum. Durup dururken yolumu değiştirdiğimde, tam bir şeyler diyecekken sustuğumda, cesaret edemediğim her anda Hantal Köpek gibi suçladığım birileri var biliyorum. Ama ne 'ne zaman' sorununa cevap verebilirim ne de 'ne olduğuna'. Yakup gibi bulur Muhayyel gibi arar Ferda gibi unuturum.

Köfte yerken yarım bırakırsam 'sonsuzluk kadar uzayan o öğle sonrasında hiç kıpırdamadan öylece durduk.' diyen çocuğu belki hatırlarım. Belki de sırf bu yüzden köfte yemem ya da yarım bırakmam ya da sadece Bazı Köfteler'i yemem. Ya da hepsini unuturum.

''Gece sona ermeden, peruk takan birini öpmezsem yaram büyür''









Sahi neydi bu boncuklar?

'Bilinçaltım çok mu kirli?'
Kafam nelerle dolu böyle?
Peki şimdi bu metafor neydi?
Rüyalar tersine çıkar, rüyayı hayra yormak gerek bir de çok kimseye anlatmamalıymışsın. Rüyalar dinleyebilene ve içinde kötü düşünce olmayana anlatılmalı.
Bilinçaltım uzun zamandan beri ilk defa beni bu kadar şaşırtıyor. Uyanır uyanmaz yanımda bulunan kalemle yazıveriyorum hatırladıklarımı. Ve herkese anlatıyorum. Nasıl yorarsanız diyorum, nasıl yorarsak...
'Boncuk kusuyorum' bitmek bilmeyen boncuklar teker teker çıkıyor ağzımdan bazen de ben elimle çıkarmaya çalışıyorum sonu gelmiyor, küçük metal rengi boncuklar kimisi soyulmuş kimisi parlak.
Unutulmuş eski bir sinema kapının önünü su basmış ve oracıkta duruyorum annemle yağan yaağmurdan korunmaya çalışıyorum, karşıya geçmemiz gerek geçiyoruz. Burası unutulmadan fotoğrafını çekmeli diyorum, küçük bir kasabadayız. Ben fotoğraf makinesine pil koymak isterken bir kadın yaklaşıyor ve ben makineden anlarım diyor. 'makineden anlarım' 'makine' 'silah' 'kurşun'... Piller kurşuna dönüşüyor, elimde bir silah tutuyormuşum ve bu silah benim suç aletim, kadının amacıysa kanıt toplamak. Kendimi temize çıkarmaya çalışıyorum suçsuz muyum bilmiyorum ama 'ben sahafla konuşmalıyım' diyorum o suçsuz derse suçsuzum diğerlerini o ikna edebilir. Ve diğerlerine çemkiriyorum 'Tek doğru sizsiniz öyle değil mi, siz günahsızsınız, bense sizin gözünüzde cehennemlik bir günahkar, oysa yanılıyorsunuz.' Sonra sahafta buluyorum kendimi annem de orada, derken bir bardayız. Barı işleten amcammış (hiç tanımadığım bir adam) Neslihan'ın saçları bu kadar kıvırcık ve dalgalı mıydı öyle çıkmış videoda diyor, yanlışlıkla bir filme girmişim öylece donuk bakıyorum. Saçlarım da bakışlarım gibi donuk oysaki. Yengem olduğunu düşündüğüm bir kadın bar sandalyesinde oturan anneme portakal suyu ikram ediyor beni ise görmezden geliyor. Bir taraftan tezgahtaki havuçlu keke bakıyorum bir yandan da boncuk çıkartıyorum. İçimdeki boncuklar hala bitmemişti.

17 Kasım 2011 Perşembe

İstanbul Hatırası

Yıllardır, okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler yazacağım yazacağım diyor sonra tembelliğe yeniliyordum. Bir ucundan başladım mı ne?
Okulumun 2 hafta tatil olması ve soğuk havanın da etkisiyle kitaplarla özlem giderdim. Ne zamandır okuyacağım dediğim 'İstanbul Hatırası'nı da okudum. Daha önce Ahmet Ümit'ten Sis ve Gece ve Bab-ı Esrar'ı okumuştum. Sis ve Gece'yi çok uzun zaman önce okumuş ve beğenmiştim. İlk defa yerli polisiye okuyordum ve çok da beklentim yoktu ne yazık ki. Daha sonra Bab-ı Esrar'ı okumuş ve Elif Şafak'ın Aşk'ı ile aynı dönemde okuduğum Mevlana'lı Konya'lı bu roman o kadar da cazip gelmemişti bana.(Elif Şafak'la kıyasladığımda daha çok beğendiğimi söyleyebilirim.) Çünkü hali hazırda Mevlana ve Şemsi Tebrizi gibi mükemmel bir konu vardı ve yazarın buna ne kattığı çok önemliydi. Bu sefer de elimizde 'İstanbul' gibi muhteşem bir konu var.
İstanbul hakkında yazmak cesaret ister. Ahmet Ümit de bence büyük ve önemli bir işe girişmiş. İstanbul büyük şehir ve İstanbul'un tarihi daha da büyük.
Ahmet Ümit İstanbul' a borcunu ödemiş bir nevi, uzak tarihini yakın tarihini hatırlatmış okura öyle ki sadece anıtsal eserlerden saraylardan değil Balat'tan, Kurtuluş'tan hatta Moda'daki efsanevi meyhane Koço'nun Yeri'nden bile bahsetmiş. Bununla yetinmeyip okura kitap önerileri de sunmuş hani İstanbul'u daha da iyi tanıyın diye. Bir cinayet rotası vermiş, bu neden İstanbul'u tanımak için yapacağınız bir gezinin rotası olmasın?
Buraya kadar güzel. Ama Ahmet Ümit Edebiyat'a borçlu sanıyorum hala. Polisiye olmasına rağmen akıcı olmayan bir dil, gereksiz sözcük kullanımlarıyla uzatılmış cümleler, aralara tek tük yerleştirilmiş 'altı çizilmelik' cümleler...
Ve kurguya gelince...O da tam bir hayal kırıklığı. Ahmet Ümit klasik bir polisiye romanın sınırlarında takılıp kalıyor. Ortada bir cinayetler dizisi, karakterlerin körlüğü nedeniyle apaçık ortada durduğu halde çözülemeyen cinayet nedeni ve katiller! Okura 'Bak seni köşeye yatırdım.' demek istiyor oysa okur o hiçbir şeyi görmeyen karakterler kadar saf değil. Nedenlerin daha güçlü olmalıydı diyor tatmin olmuyor. (En azından kendi adıma konuşabilirim sanırım.)
Altı çizilmelik cümleler demiştim ya işte onlardan birkaçını yazıyor, kitabı henüz okumamış olanların tadını kaçırmamak adına kurgudan ve karakterlerden daha fazla söz etmek istemiyorum.
' ve yine biliyordum ki, katiller her zaman kötü insanların arasından çıkmazdı.' (sf.49)


'Kötülüğün toprağında özgürce dal budak salan bir zekanın neler yapabileceğini kestirmek imkansızdı.' (sf:175)

15 Kasım 2011 Salı

Kitap Fuarı'na dair

Yine bir kitap fuarı haftasındayız. Dört gözle beklediğim fuar her yıl beni hayal kırıklığına uğratıyor. Nedeni ise ne yol ne de fiyatlar. Fuarın konusu, teması, imza günleri o kadar yavan ki! Sanki tek amaç kitap pazarlama.
Ya da benim fuarlardan beklentim yüksek.
Fuar, yazarlarla tanışmak, yeni yayın evleri keşfetmek, kitapçılarda çok sık denk gelmediğimiz ya da bir şekilde gözden kaçırdığımız kitapları daha rahat ortamda görmek bir nevi kitaplarla tanışmak, etkinliklerle kitap/okur/yazar etkileşimini arttırmak, çocukları kitap okumaya heveslendirmek halihazırda okura ise farklı kapılar açmak için düzenlenmeli. Bunlar zaten var diyorsak yine azla yetiniyor ve kendimizi kandırıyoruz. Fuara gelen bir adam ' Ben zaten kitap okuyan biriyim yani şimdi buradan bu kitabı almam bana bir katkı sağlayacak mı yoksa bir ara İstiklal'den alırım.' cümlesini kurdu. Haklıydı ve bu beni üzdü. AVM'lerde bile çok rahat bulabildiğimiz %20-25 indirimler ve en çok satan kitaplar için mi geliyorduk fuara?
Bir kısmı bunun için geliyordu. Bir kısmı okuldan hocasının zoruyla. Bir kısmı harıl harıl bir kitabı arıyordu. Uykusuz ve penguen için gelenler ise büyük çoğunluk! Bir de kitap kurtları, edebiyat aşıkları...
Fuar her yıl onur konuğu, onur yazarı ve bir konu seçiyor. Ama bu konuları kimsenin ruhu duymuyor. Bir şekilde bir yerden okuyan varsa da fuarla konunun bağdaşmadığını bir iki etkinlikle geçirildiğinin farkına varacaktır.
Bir de herkesin şikayetçi olduğu yol sorunu var ki ben yol sorununa bu kadar değinmenin kitaplara saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Otopark sorunu derseniz eyvallah, toplu taşıma sorunu derseniz eyvallah ki bunlar İstanbul'da her yerde karşımıza çıkan baş belaları ama 'uzak' derseniz işte o zaman üzülüyorum. Okur kitabına koşmalı! Tabi fuar da beklentiyi karşılamalı.
Fuara gitmeli mi derseniz. Sırf abone olduğunuz dergilerin eski sayılarını bulabilmek için bile olsa gidin derim. Sırf bir tane yazarla tanışma ihtimaliniz varsa bile tanışın derim. Belki yeni bir yazar keşfedeceksiniz belki sevdiğiniz bir yazarın daha önce hiç görmediğiniz kitabını.
Fuara gelemiyorum diye üzülenler de eğer indirimleri kaçırdık diyorlarsa hiiç üzülmesinler. Sanal kitap fuarını beklesinler. Ama kitapların arasında olamadık diye üzülüyorlarsa işte o zaman geçmiş olsun.
Hala bakmamış olanlar için imza günü, etkinlik, servis vs detayları;


7 Kasım 2011 Pazartesi

Tehlikeli İlişkiler


Aşk, entrika, tutku... Bunlar üzerine bir kitap okumayalı ne kadar da olmuş! Bir zamanlar nasıl çılgın gibi Stephen King, Dean R. Kontz, Agatha Christie vb okuduysam bir dönem de entrikaya boğulduğum bir gerçektir. Genç Werther'in Acıları, Dostoyevski'nin adamı çıldırtan aptal-masum aşıkları, 18. yüzyılın heyecan arayışındaki Fransız dul kadınları, manastır, ordu, soylu, fakir ekseninde dönen aldatma hikayeleri, harem entrikaları ve tabi bizim Aşkı Memnu'larımızı da unutmamak gerekir. 'Namus' kelimesinin yapaylaştırılması ya da yüceltilmesi ama zamandan zamana ülkeden ülkeye pek de değişmeyen algısı... 'Kötü kadın' 'Fettan Kadın'ın güçlü olması ama yine de erkeğin daha güçlü olması. 'Kötü Kadın' 'Namussuz Kadın'ın ise güçsüz olması ama her daim suçlu olması, aşık olması...

Kötü erkek yoktur çapkın erkek vardır. Namussuz erkek yoktur kadının namusuna dil getirtmemeyi isteyen veya kendi ününü buna yeğ tutan erkek vardır.
Kimi suçlayabiliriz ki? Anna Karanina'yı mı suçlamalıyız yoksa çocuklarının öğretmenine abayı yakan Stendhal karakterini mi? Peki Markiz Merteuil hakkında ne diyebiliriz?

Açıkçası ismine bakınca kitabı okumak istemedim. Bildiğimiz şeyler işte aldatma ıvır zıvır dedim ama çevirmenin Nurullah Ataç olduğunu görünce okumaya karar verdim. Ve bu mektuplardan oluşan romanı okurken adeta, Aşkı Memnu izlerken 'dur kızım yapma' diyerek kendini tanrı zanneden ev hanımı teyzelere döndüğümü fark ettim. Okur nasıl da her şeyi bilirken karakterler nasıl bu kadar kör olabiliyor? Bazen romanlarda okura verilen bu yetkiyi sevmiyor, yazar okuru şaşırttıkça oh olsun diyorum. Bunda da öyle oldu hiç şaşırmam, bildiğimiz şeyler dediğim anda şaşırdım.

Kitap gelişigüzel bir entrika 'pulpfiction' gibi gözükse de gözüme karakterleri inceledikçe pek de öyle olmadığı kanısına vardım. Ayrıca kitap 'yüce aşk'ı yüceltmediği için de bir o kadar sevdim. Yüce aşkı yüceltmiyordu belki ama didaktiklikten de geri kalmıyordu. Kocanı aldatırsan adın çıkar, anneni dinlemezsen namusunu koruyamazsın, kızını dövmeyen dizini döver, o güzellik gelip geçici misali.

Romanı tanrısıymış gibi ele geçiren Markiz Merteuil hakkında sayfalarca yazılabilecek gerçek bir karakter, Vikont de Valmont ise karakteristik özellikleri olmasına rağmen Markiz Merteuil'a yetişemeyecek ve bir 'tip' olarak kalacak diğerleri gibi. Anne tipi, aşık tipi, genç kız tipi ve bir de savaşı anımsatan uzaktaki yüzbaşı, arada sırada çıkan dini anımsatan papaz. Sosyete yaşamı, davetler, tiyatro galaları...iyilik, erdem, namus, kadın, erkek...

''iyilik etmenin verdiği zevke şaştım; erdemlidir diye bildiğimiz insanlarınki, dedikleri kadar büyük bir üstünlük değil mi yoksa'' (sf:63)

''Aşıkların yanıp yakınmaları ancak tiyatroda dinlenilebilir, o da çalgısı olursa.'' (sf140)

''Söyleyin Vikont ikimizden hangimiz ötekini aldatmak işini üzerine alacak? Öyküyü bilirsiniz: Hani iki düzenbaz varmış, kumara oturmuşlar, birbirlerinin ne mal olduğunu anlayınca, 'Yo,' demişler,'İkimiz de bir şey beceremeyiz; iyisi mi, kağıtların parasını yarı yarıya verelim de bırakalım oyunu!'' Bunu deyip kalkmışlar masadan.'' (sf:344)

'Biz kadınların bayıldığımız iki şey vardır: Kendimizi Savunmak onuru bir, yenilmenin verdiği zevk iki...'' (sf:44)




31 Ekim 2011 Pazartesi

mutlu olmak için

Fark ettim ki hayatta ne kadar önemli şeyler olursa ben o kadar önemsiz şeylerden bahsediyorum. Kelimelerin aldatıcılığını bildiğimden 'önemli' durumları dile getirmekten korkuyorum. Onları da o 'adi' 'basmakalıp' 'duygudan yoksun duygu kandırmacası' içeren cümlelerinize mal etmek istemiyorum. Sırf bu yüzden haber izleyemiyorum o çok duygulanarak ağladığınız şarkıları söyleyemiyor, sesinizi yumuşatarak yaptığınız konuşmaları dinleyemiyorum.
Duygusuz derseniz bana evet duygusuzum yapmacık gözyaşlarına kanmıyorum.
Gel gelelim gerçek gözyaşlarına da ne kadar duyarsız kalabiliriz bilmiyorum. Bunca çirkinlik olurken hataların böylesine göz ardı edilmesine dayanamıyorum. Elimin kolumun bağlı olmasına sesimi sadece şurada söyleyeceğim bir iki cümleyle duyuramayacağıma üzülüyorum. Tepki için yazanlara, öfkesini yazıyla çivileyenlere hak veriyorum. Daha çok yazmalı daha az konuşmalıyım diyorum. Daha çok okumalı daha çok anlamalıyım. Anladıkça daha da mutsuz olmalıyım.
Sonra tüm bunları görmezden gelerek mutluluğu seçen insanları suçlamalı mıyım diyorum? Karar veremiyorum. En büyük kötülüğün saflıktan geldiğini en aptalca düşüncelerin aydınız diye geçinenlerden çıktığını gördükçe her şey anlamsızlaşıyor.
Bir yerde hepimiz yaşamaya bir kılıf arıyoruz. Kimimiz bulduğumuzu sanıyor minareyi çalıyoruz. Kimimiz de o kılıfı asla bulamayacağını biliyor.
Yaşamak anlamsız desem ölüm de tüm anlamını kaybedecek ölüm anlamsız desem tüm yaşamlar anlamsızlaşacak. Anlam aramıyor bu karmaşaları erteliyorum ama şunu biliyorum ki 'anlam' değersiz. Yaşam da ölüm de değersiz. 'İnsan' insan tarafından değersizleştiriliyor. Tek değerin bir parça kağıt olduğu dünyada herkes hissizleşiyor.
Her şey unutuluyor hepimiz unutuyoruz. Belki yazılar kalır ama kavramlar unutulduktan sonra neye yarar?
Varsın önemsiz şeylerden bahsedelim incir çekirdeğini doldurup ceviz kabuğunu boşaltalım. Ne de olsa onları da unutacağız. Kimbilir böylece daha aptal ama daha mutlu oluruz. Belki de zaten öyleyiz. Redd'in dediği gibi;
'mutlu olmak için görme işitme..bilme, çok düşünme' 'falan filan'

16 Ekim 2011 Pazar

hep sitem hep sitem

Geçenlerde açtım şu sayfayı ve bir şeyler yazayım dedim fakat iki kelimeyi bile bir araya getiremedim. Mevzu 'konuşmak' eylemiyse her zaman icra edebiliyorum ama iş 'yazı'ya gelince olmuyor. 140 karakter twitterla idare ediyorum. Şimdi blog yazsam kim okuyacak hem ne yazacağım ki diyorum. Mimari yazılardı kitap, film eleştirileri gibi insanlık namına da yararlı olabilecek, okunabilecek şeyler yazasım varken saçmalıyorum. Atarlı yazılarla dolduruyorum sayfayı.
Çoğu zaman kızım sana söylüyorum gelinim sen işit tadında olan yazılarım bazen direkt 'Aç kulaklarını ve dinle' kıvamına geliyor bazen de gizemli bir 'Siz' kitlesine hitap ediyor; ama hep sitem hep sitem içeriyor. Bazen ben bile kendi sitemlerimden sıkılıyorum.
Şaşıracaksınız belki ama bu kez sitem etmek için yazmıyorum (yazarken belki yine sitem ederim ama amaç/araç farkı diyelim biz ona). Bu sefer teşekkür etmek için yazıyorum. Benim tüm saçmalıklarıma katlanan bazı arkadaşlarım var ki onlar kendilerini biliyor. (bu da gizemli 'onlar' kitlesine bir örnek). Ne kadar uzakta olursa olsunlar onları istediğim zaman rahatsız edebileceğimi biliyorum. Mesajlarını cevapsız bıraktığımda bana kızmayacaklarını, hal hatır sormadan derdimi anlatmaya başlayınca yadırgamayacaklarını, konuşmadan sırf mimiklerimden beni anlayacaklarını biliyorum (ama buna rağmen ben hep konuşuyorum o ayrı.)Ama onlara arkadaş mı demeliyim, dost mu, kardeş mi bilmiyorum. Zaten insanları yakın arkadaş, dost, arkadaş, aile, sevgili bilmem ne gibi kalıplara sokup onlardan üstesinden gelemeyecekleri şeyleri istemeyi doğru bulmuyorum. ''Ama o benim dostumdu şunu yaptıııı'' cümlesini kurduracak hayal kırıklıklarını da yaşamamış oluyorsun böylece. Zaten arkadaş var arkadaş var dost var dost var...İsimlendirmeleri bilmem ama bazı insanlar iyi ki var.


18 Eylül 2011 Pazar

bence bilmiyorum

Nasıl da atıp tutardım 'bence' diyerek başladığım cümlelerin dokunulmazlığına güvenirdim. Kelimeleri fikirlere bular üstlerine birazcık duygu tuzu serpiştirirdim. Ama yine tuzsuz kalırdı söylediklerim. 'Ruhsuz' derlerdi bana hep. DUYGUSUZ.
Neden geçmiş zamanda yazdım bilmiyorum. Artık öyle olmadığımdan mı? Yoksa insanların laflarıma artık tok olmalarından mı? Belki de susmaya karar vermişimdir. 'Bence'lerin yerini 'bilmiyorum'lar almıştır. Böylesi daha gerçekçi değil mi?
Susabileceğime hiç ihtimal vermiyorum. Eminim bu size de inandırıcı gelmemiştir.
Ama kelimelerimin yumuşayacağına belki de korkarak başka kelimelerin ardına sığınacağına inanabilirsiniz. Yüze vurulan gerçeklerin, açık açık söylenen cümlelerin etkisizliğini, iki yüzden birine vurup diğerinden geçisini gördükçe gizlemeye karar verdim fikirlerimi. Böylesi onlar için de daha iyi olacak. Söylenmeyeni arayacak kendilerini yoracaklar ben de 'aklına her geleni söyleyen, açık sözlü, dobra' ama asla 'dinlenmeyen' sıfatlarından sıyrılıp 'dinlenilen ama anlaşılmayan gizemli'yi oynayacağım. Bak sen! Biliyorum bunu da yapamayacağım. Nasıl da şimdi boşa yazıyorsam hep boşa konuşacağım. Ama bu kez 'bilmiyorum' diyerek başlayacağım cümlelerime ya da konuşup konuşup 'ama bilmiyorum.' diyerek bitireceğim. Ve onlar 'Boşa mı dinledik şimdi' demeyecek bilmediğime sevinecek. Çünkü 'bence' deseydim benden nefret edeceklerdi. Ya da 'duygusuz' 'anlayışsız' belki de 'aptal' diyeceklerdi. Oysa şimdi sadece 'cahilim.'

11 Ağustos 2011 Perşembe

Okuma Üzerine


''Hiç kuşkusuz, dostluk, bireyler arasındaki dostluk hava cıvadır ve okuma bir dostluk biçimidir. Ama en azından dostluğun samimi bir biçimidir ve bir ölüye, olmayan birine yönelik olması ona çıkarsız, neredeyse dokunaklı bir hava verir. Dahası o, öteki bütün dostluk biçimlerini çirkinleştiren her şeyden bağımsız bir dostluktur. Biz yaşayanlar, henüz göreve başlamamış ölülerden başka bir şey olmadığımız için bütün o selamlaşmalar, ki adına saygı, minnet ya da bağlılık deriz ve içine onca sahtekarlık karıştırırız, bunların tümü bezdirici ve kısırdır. Dahası ilk yakınlık duygusu, hayranlık, tanışma ilişkilerinden sonra ağzımızdan çıkan ilk sözcükler, yazdığımız ilk mektuplar, sonraki dostluklarımızda kurtulamayacağımız bir alışkanlık ağının, tam bir varoluş biçiminin ilk ipliklerini etrafımızda örer; söylemeye gerek yok, bu süre içinde dile getirdiğimiz aşırı laflar ödememiz gereken vaat mektupları olarak kalır ve karşı çıkmalarına izin verdiğimiz için bütün yaşamımız boyunca acı vererek bize daha pahalıya mal olur. Okumada dostluk aniden başlangıçtaki saflığına kavuşur. Kitaplarda sahte sevimlilik yoktur. Geceyi bu dostlarla geçiriyorsak, bu gerçekten istediğimiz içindir.
En azından kitaplar söz konusu olduğunda dostlarımızı genellikle üzülerek terk ederiz. Ve onları bir kere terk ettiğimizde, 'Bizim hakkımızda ne düşündüler?' 'Densizlik etmedik ya?' 'Bizden hoşlandılar mı?' türünden dostluğu bozan bu düşüncelerden hiçbiri olmadığı gibi , başka biri yüzünden unutulmuş olma korkusu da yoktur.''
(Marcel Proust- Okuma Üzerine)

muştu

sıkışıp kalmanın yarattığı büyük yıkımı dışarıdan bakanlar fark edemez. Gün geçtikçe ezilen bulunduğu kabın şeklini alan ve bunun farkında olup çabalamaya çalışan acı çeker. Dünyayı içinde bulunduğu kavanozdan ibaret sanan küçük balıklar bu çırpınmaları görmek istemez o acıya anlam veremez. Onlar bir avuç suda kendilerine tüm dünyanın bahşedildiğini düşünür ve kulaklarını tıkar. Daha fazlasının olduğunu bilmek mutsuzluk daha fazlasını istemek densizliktir. Mutlu olmak her daim gülmek ve olduğun yerde kalmaktır. 'kalmak' olası tüm tehlikelerden kaçmanın gelebilecek mutsuzlukları önlemenin en sadık yöntemidir. 'kaçmak' ise çılgınlık gençlik heyecan arayışı değil aksine mutsuzluğun anahtarıdır. Deliliktir. Bir psikologa gitmeli, dua etmeli, az yemelisin kendine gelmelisin. Bulunduğun yerde mutlu olmalısın. Hayat istediklerinden ibaret değildir, hayat asla istediğin gibi olmayacaktır bu yüzden istememelisin. 'mış gibi yapmalı'sın. 'muş' gibi... yaşıyorMuş gibi. Zaten buradan gelmez mi mutluluk...'Muştu' denmez mi müjdeye.
Benim gibi hayalperestlerin üç seçeneği vardır. Birincisi tüm hayallerini çöpe atıp tüm duyularını kapatıp bayat mutluluklara talim etmektir. Bu her daim gülmektir. Mutlu bir insansınızdır siz. Her şey ne kadar da güzel. Muştular, masallar...
İkincisi ise gerçek zamanı aramaktır. Kiplerinden bağımsız gerçek zamanda gerçek mutluluğu aramak, enkazdan çıkmayı istemek sahteliklere boyun eğmemek...Kaçmak.
Eğer kaçamıyorsanız eğer o araftaysanız yalnız ve mutsuzsunuzdur. Kaçamamanın ağırlığını, özgürlüğün hafifliğini unutan gözlerin boş bakışları altında umutsuzsunuzdur.
Tek çareniz sahte 'muştulara' sığınmak olduğunda artık her şey için çok geç olacaktır.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

insanlar dörde ayrılır

Her ne kadar sınıflandırmalara genellemelere karşı olsam da insanlar dörde ayrılır demekten alıkoyamıyorum kendimi. Bu dörtlü kendi içinde yer değiştirebilir alt gruplara ayrılabilir kişiden kişiye değişebilir zaten yazılı bir kuralı yok ya her genelleme gibi bu da bir densiz tarafından ortaya atılıyor. Gelelim bu dörtlüye;
Birinci grup şeytanlar. (Aaaaa biz de orjinal bir şeyler söyleyecektin sandık 'oldu mu ama şimdi bu.' diyebilirsiniz bir 'Leyla ile Mecnun' repliğiyle.) Okumayı bırakabilirsiniz. Ya da devam edelim ve bu grubun özelliklerini sayalım;
Bu gruba ait insanlar kelimenin tam anlamıyla kötüdür. Siyah beyaz bir dünyada siyahtır. Kötü kötüdür anlayışındadırlar ve siyahın tonu yoktur. 'Ama daha az kötü' diye bir şey söz konusu değildir. Bunların kendilerine has gülüşü, bakışı, delici sözleri, sinsi düşünceleri vardır. Suratına bakarlar ve 'Ben senin düşmanınım' derler. Kötülük genlerinde oldukları için kötü olmak için özel çaba sarf etmezler. Ve kötülüklerinde başarılı olurlar. Sevilmediklerini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Erol Taş'ın, Joker'in, Çoşkun'un, Freddy'nin yeri ayrı değil midir bizde?
Gelelim ikinci gruba bu gruptaki insanlar kötü görünümlü meleklerdir. Ben kötüyüm derler kötülük yaparlar ama kötülüklerinin altında hep bir iyilik yatar. Yin and yang felsefesinin temel taşlarından biridir bu 2. grup. Saftır bunlar. O kadar çok 'Ben kötüyüm' derler ki kendilerini bile buna inandırırlar. Bunlarla arkadaş olursanız tanırsanız çok seversiniz uzaktan bakarsanız sadece sözleri duyar ve kötü bu dersiniz. Bu gruba örnek bulmak pek de zor değil ha ne dersiniz?

Üçünü grup tahmin edeceğiniz üzere meleklerdir. İyilik timsali bu melekler herkesin dediğini yapar, her muhtaca koşar ve hep doğruyu söyler. O kadar mükemmeldir ki bunlar karşılarında kendinizi ezilmiş ve kötü hissedersiniz. Pollyanna kadar sıkıcıdır bunlar.

Ve 4. grup melek yüzlü şeytanlar. Bu iki yüzlü iğrenç mahlukatlar 'ayyyy canımmm' diye konuşan 'nasılsın bitanem' diye sorup cevabını dinlemeyen türden sürekli sırıtangillerdendir. Size veya başkasına her daim gülerler. Şeytanları kötülerler melekleri överler, şeytan görünümlü meleklerin iyi olduğunu bal gibi bilir ama bilmezden gelirler. Bir sorun olduğunda 'tamam hallederizciler, aaaa kimmiş o diyenler ben gösteririm şimdi ona'cılar bunlardır. Çoğu insan bunlara tapar. Bunları savunur. Gerçek yüzlerini görenler ise diğerlerini uyarmaya çalışır ama nafile. melek yüzlü şeytan rolünü en iyi yapan gruptur.

Grupları yazarken tarafsız olduğumu söyleyemem. Az çok hangi gruptaki insanları sevip hangilerinden nefret ettiğimi anlamışsınızdır. Ama yine de özet geçecek olursak; melek yüzlü şeytanlar sizden tiksiniyorum ve melekler sizi de sevmiyorum. Şeytan görünümlü meleklere acıyor şeytanlara ise helal olsun diyorum. Tüm kötülüklerine rağmen ikiyüzlü olmadıkları için.

Bu arada ben hangi grupta mıyım? Ben sınıflandırmacıdensizlerdenim. Aldırmayın.


23 Haziran 2011 Perşembe

Tıkanma

3 aydır yazar tıkanması, 1 aydır okur tıkanması ve 2 haftadır da mimar tıkanması yaşıyorum. Gel gelelim henüz ne yazarım ne de mimar. Ayrıca 'tıkanma' diye de bir şey yok 'tembellik' o ya da 'yeteneksizlik' dersen ona da sözüm yok.
Hani hep derler ya hayatımda bir boşluk var ama bilmiyorum ne diye işte bende de tam tersi hayatımda bir 'fazlalık' var ama ne olduğunu bilmiyorum. Bu tıkanmaya neyin neden olduğunu neden durduk yere mutsuzluğa sürüklendiğimi de bilmiyorum.
Yemek yiyememe, uyuyamama gibi aşık olma belirtileri gösteriyor bir ergen gibi bağırıyorum az önce anneme resmen 'Beni rahat bırak.' dedim. Hayır üstüne bir de 'Beni kimse anlamıyor.' deseydim işte o zaman ayvayı yemiştim. Bu belirtileri göz önünde bulundurup bir teşhise varacak olursak yanılırız lakin ergenliği çoktan atlattığımı düşünüyor ve aşık olmadığımı kesinkes biliyorum.
Eeee o zaman? Bana modern insanın yalnızlığı, kent yaşamının ağırlığı zırvalarıyla da gelme. Sen en iyisi bana hiç bulaşma. Ben ne mi yapayım? Tıkanmaya devam edeyim ve patlayacağım günü bekleyeyim. Evet evet en iyisi bu.

24 Mayıs 2011 Salı

ses benim sözler hayatın

Buraları unutmuşum ne zamandır uğramıyorum. Yazmaya vaktim yoktu yahut yeteneksizdim. Yok ya o şiir öyle değil değil mi?
Ne fark eder...
Sevmeye de vaktimiz yok.
Peki unutmaya?
Ah işte ona bolca vaktim var şöyle ki önce vaktimin olmadığını unutuyorum. Yapılacak işlerimi unutuyorum. Sonra da unutulacak ne varsa...Gözümde gözlük olduğunu unutuyorum, kahvemi masada, kaygılarımı takvim sayfalarında, kırgınlıklarımı kapıda bırakıyorum. Benim bir şey yapmam gerekirdi ama ne? Ne olduğunu unutuyorum.
Bir boşvermişlikle yaşıyorum tasalanmayı, çalışmayı, sorumlulukları unutuyorum.
Ta ki birileri tüm bu unuttuklarımı bana hatırlatmaya çalışana kadar. Sonra da sorguluyorum kendimi neredeyim ben?
Latife Tekin'in Unutma Bahçesi'nde mi?
Hayır.
Şeref'in unutma enstitüsünde değil mimarlık fakültesindeyim. Ve de final haftasındayım. Ama Bunu sürekli unutuyorum. Bir de sürekli uyuyorum.


'Anlaşılmaz bir yanı yok...İnsan her şeyden önce uyuyan bir varlık, her gün düzenli olarak kendimizden vazgeçiyoruz, çevrene bak, bütün canlılar sadece boşluğun kucağında'' diyecek oluyorum...' Aylarca...mevsimler boyu...'

'Bahaneler yarat, peki...Büyüt boşluğu, kaybol içinde' diyor.
...
'Ses benim yalnızca, sözler hayatın...' (Latife Tekin- Unutma Bahçesi)

29 Nisan 2011 Cuma

Hala yağmur yağacak

''Geç kaldın. Yoksadığın zaman seninle oynar, sen onunla oynamayı başaramazsan. Yenik düştüm öyleyse. yenik düşmeyi yeğlersen yenilirsin. Bilinç sana özgü. ilk vuran kazanır. Kazanmak aklımdan geçmedi. Yanıt aramadın. Arayamadım, fırsat bulamadım, doğrulardan nefret ettim. Yanlışları mı irdeledin sadece. Belki. peki nedir sence yanlış? Güçlü olduğu varsayılan zaman kavramından korkmak. Onun için mi üstüne yürüdün? Bilerek diyemem, genlerimin işi. beni neden suçluyorsun öyleyse? Yalnız seni mi? Suçlanabilecek her şeyi, özellikle siyah-beyazı; suçlamak sorgulamayı getirir ardından. tersi de düşünülebilir bence. Aferin! O da olabilir. Aklanmayı beklemezsen.
...
Hala yağmur yağacak.''

27 Nisan 2011 Çarşamba

İyiyim ya sen

Eğer bugün nasılsın diye sorarsan bana muhtemelen şaşırtıcı bir şekilde 'İyiyim.' derim. Bilirsin ki ben nezaket icabı 'Nasılsın?' sorusunu yöneltemeyeceğin insanlardanım. Hemen başının ağrısından gece uyuyamadığından ve arkadaşıyla geçen tatsız bir konuşmadan bahsedecek olan o gevezeyim. Oysa bal gibi biliyorum ki sen bunların hiçbiriyle ilgilenmiyorsun. Asıl istediğin 'Sen nasılsın?' sorusunu yöneltmem ve susmam. Oysa ben sana fırsat vermiyorum. 'Ben' diyorum. Hep 'Ben'! Sonra kısaca 'Sen?' diyorum. Ben de Sen de tek heceyken 'Sen'i kestirip atıyorum; ve sen de kısaca cevap veriyorsun 'İyi.'
İşte ben de bu yüzden bugün 'İyiyim.' diyorum sana. Ve bu kez uzunca soruyorum 'Ya sen? Sen iyi misin?'
Bugün dinlemek istiyorum.

3 Nisan 2011 Pazar

merhaba ey fani!



Bir köy düşünün ölüler karşılasın sizi. 'Merhaba ey fani!' ve bir ölü haber versin köyün bitimini. Sınır bekçisi Sal dede 'Dur' desin. Burdan öte köy yok. Burdan öte yaşam yok.
Elinizde fotoğraf makinesi görüntü kırıntılarını toplamanın telaşındasınız; fakat yaşayanlar istemiyor fotoğraflarının çekilmesini bir anlığına da olsa ölmek ve hapsolmak istemiyorlar karanlığa. Bir hafızaya yerleşip gezmek değil istedikleri. Ne senin belleğinde yer olmalı onlara ne de onların belleğinde sana. Hiç gelmemiş gibi yapmalısın onları hiç görmemiş gibi. O havayı solusan bile nefesini içinde tutmalı ve kendinden bir şeyler bırakmamalısın. Burası hiç bozulmamalı.
Oysa sen alıyorsun osmanlı kokusunu buram buram. Bırakıyorsun kirli İstanbul havasını. Ölülerden sonra kadınlar ve çocuklar karşılıyor sizi. 'Önce kadınlar ve çocuklar' derler ya canlıların sırasıdır bu. Burada da her şey ters. hayvanlar uysal çocuklar vahşi. Ve binalar...
At nalının uğuruna sığınan, kocaman kapıların ardına saklanan evler. Avludan bir esinti vuruyor ayaklarına ve merak yayılıyor ordan tüm vücuduna. Kimler var içeride?
makarna kokusu geliyor burnuna kokudan onun tüm köye yetecek kadar olduğunu düşünüyorsunuz ve daracık pencereden bakan kocaman bir teyzenin bu makarnayı çoğalttığını düşlüyorsunuz kotardıkça tabaklara artıyor makarna uzadıkça uzuyor. Bir koku daha geliyor burnuna acıkmış olmalısın iyice tezgahlara yöneliyorsun bir teyze başlıyor anlatmaya; cevizli ekmeğinden aldığın sürece misafirisin onun ve mesleğini elinden aldığın sürece düşmanı. Ama her koşulda ahududu şenliğine davetlisin.
Geleceğim diyorsun. Mutlaka geleceğim.
Dar sokakların geniş taşlarına basıp kocaman saçakların gölgesine sığınarak dönüyorsun.
Cumalıkızık veda ediyor sana ölüleriyle.

(5 mart Bursa gezisinin ardından karaladıklarım. Ayrıca her kentte görünmezi arayışımın suçlusu Calvino'dur.)







31 Mart 2011 Perşembe

çıkar çarklarından çıkan çakıllar

Her işini yoluna koyan, öyle ya da böyle hayatı tere yağından kıl çeker misali yaşayan insanlara imreniyorum. ha böyle dediysem bu insanların bir güruh olduğunu düşünmeyin bu insanlar bence benim dışımdaki herkes. Hadi canım bu kadar da paranoyak olma diyenleriniz olacaktır ama çevreme bakıyorum da herkes ne güzel kotarıyor yaşamayı. Bir ben beceremiyorum.
Herkes ne güzel beceriyor çıkar ilişkilerini.
Bir ben yapamıyorum.
Kimseden yardım isteyemiyor ama yardım istendiği zaman koşarak gidiyorum.
İşin iyi bir yanı var ki bu duruma alışkınım. Kimseden bir şey beklemiyor bu yüzden de kimseye kızmıyor kimse tarafından hayal kırıklığına uğratılmıyorum.
''Niye bana yardım etsin ki?''
'' Aman canım kendi işleri vardır.''
'' Ben insanların umrunda olmak zorunda mıyım?'' gibi cümlelerle kendimi gerçeğe alıştırıyorum uzun zamandır. Belki de gerçek bu değildir gerçek;
''Ben ondan yardım istemeliyim çünkü geçen hafta o bana şunu sormuştu. durum eşitlendi.'' şeklinde bir skor tutmacadır. Ve ben bunca zamandır oyunu yanlış oynamışımdır.
Bu arada bir de verilen sözlerin tutulmaması var ki bu da benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. Ah bak bu da söz tutmuyormuş diyorum eğer tutsaydı şaşıracak farklı bir şey olduğunu düşünecektim oysa şaşırmıyorum. 'peki' diyorum. Beni şaşırtmadınız.
Bazen tüm bu 'alıştım' dediğim şeyleri bir yana bırakıyor klasik bir duygusallıkla bazı insanlardan bazı şeyler bekliyor, insanları ayrı bir yere koyuyorum ve o ayrı yerin de insanları pek değiştirmediğini gördüğümde üzülüyorum.
Bir de ben böyle yazılar yazdığımda kimse üzerine alınmasın. Ya da şöyle diyeyim herkes üzerine alınsın. Çünkü aklıma o kadar çok insan geliyor ki yazarken. Çünkü o kadar çok insan 'böyle' ki.
'nasıl' mı? Böylenin açılımını yapmayı şu noktada gereksiz buluyor. Zaten açık ve net olduğunu düşünüyorum.
Arayacağım diyerek aramayandan, kendi işini hallettikten sonra senin ne durumda olduğunu bile sormayandan, 'anlıyorum' bakışının ardına aslında ' e ben hallettim sen de halletseydin ya sen bilirsin' umursamazlığını saklayana kadar herkes bu 'böyle' nin içine girer. Sanki yine açtım bak tutamadım çenemi. Ve sanki yine çok uzattım. Kısacası herkes desem kesip atsam daha iyi olacaktı sanki. Çünkü herkes bu çemberin içinde. Dönüp duruyor ve de çarklar çok iyi işliyor.
Mutualist yaşam sürenler ya da parazitler...
Bense bu yaşam savaşında ne yapacağını bilemeyen şaşkın.

NOT: Yazdıklarımın altını çizen sevgili yazım denetleyicisi sana da ayrıca uyuz oldum bu gece. Yanlış bir konu hakkında yanlış giden bir şeylerden bahsediyorken yanlış kelimeler kullanmak çok da şaşırtıcı olmamalı. Ki bence bana yanlış dediğin şeyler doğru. Örneğin umrunda olmak 'umurunda' olmak değildir bence oradaki u düşer. Çünkü böyle bir kavram için kendinden bir şeyler vermen gerekir. evet evet o 'U' düşmeli.


24 Mart 2011 Perşembe

akşama davet var

diyelimki akşama bir yemek daveti var ve benim menüdeki bir yemeği hazırlamam gerekiyor. Ve yemek yapmaya dair hiçbir bilgim yok.
Normal bir insan açar tarifini okur malzemelerini alır ve yapmaya başlar ayrıca ne kadar süreceğini bilmediği için bu işe erken başlar ve işini şansa bırakmaz.
fakat karşınızda normal bir insan yok.
Bakalım ben napıyorum.
Önce o yemek nasıl yapılır öğrenmek için tarifine bakıyorum tarifine bakarken gözüm başka şeylere takılıyor yemeği ilk hangi padişah yemişten tutun ilk yoğurdu kim nasıl mayalamışa kadar bir sürü gereksiz bilgiyle donanıyorum. Akşam yemeğine 2 saat kala malzemeleri almaya çıkıyorum, oyalanıyorum malzemelerin yarısını bulamıyorum vakit daraldığı için bazı şeylerden vazgeçmeye başlıyorum. örneğin sarma yapraksız olsun, domates çorbasına domates koymasam da olur tarzında küçük(!) şeyler bu vazgeçtiklerim.
Yemeğe on dakka kala ben masaya koyacağım tabağın desenini seçmeye çalışıyorum. Böyle önemli ayrıntıları unutmamak gerekir. Neden mi? Çünkü sofram midelerine hitap edemeyecektir misafirlerimin.
Aaa niye randevuyu iptal etmedin diye soracaksınız değil mi? ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.
En iyisi benim misafirim olmayın.
Ya da biz yemek istemiyoruz derseniz gelin muhabbetim hoştur.

Not: yemekten bahsediyorum ama aç değilim off zaten yemekten de bahsetmiyorum. yediğim tek şey kafam şu dakkada. İstediğim kadar saçmalayıp yarın bu yazıyı silebilirim. ya da silmem ne de olsa blog açılmıyor. okuyan şanslı insanları yemeğe davet ederim. evet evet yemeğe beklerim hepinizi.

13 Mart 2011 Pazar

Uyku

48 saatlik zaman diliminde yaşıyorum sanırım. Cuma günü 9da başlayıp pazar günü 12ye kadar süren aralıklı uykum (2saat otur tekrar uyu gibi...) ve uykusuz geçen pazar gecesi... 12 saatten fazla uyuyabiliyor 48 saatten fazla uyanık kalabiliyorum.
Uyku ile ilgili vahim problemlerim var. Ya da ya da...
Mühim problemlerim olduğu için düzensiz uyuyorum
Kimbilir...


"Herkes uyur. Uyku, geçmişle bugünü birbirine bağlar. Uyku sindirir, yaraları sarar. Uyku, zenginle fakiri, kadınla erkeği, insanla hayvanı eşitler. Benden başka herkesi."

(Annelies Verbeke - Uyku)


yazarken hep deli susarken hep öfkeliyim.

'Yazmasam deli olacaktım.' demiş ya Sait Faik, ben de sanırım deli olduğu için yazanlardanım. Ya da delireyazarken yazmaya tutunanlardan.

Ne zaman patlayacak olsam, ruhum sıkışsa, camı açıp da benliğimi haykırmak istesem boşluğa sarılıyorum cümlelere.

Ne zaman kaygılarım beni boğsa, kendime söz anlatamasam, kendimi anlamasam konuşuyorum sayfalarla.

Ne zaman dünyayı tüm ağırlığıyla üzerimde hissetsem boğuluyorum ve kelimeleri çekiyorum içime. Ne zaman dünyayı unutsam ve de boşluğa düşüversem kayboluyorum ve medet umuyorum sesli sessiz tüm harflerden.

Yine bir kayboluştayım.
Bundandır susmayışım.

12 Mart 2011 Cumartesi

Tehlikeli Oyunlar

''Hiç bir yere ulaşamıyordum. Başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerimin düzeni bozuluyordu: Pusuda bekleyen kötü hayaller, eziyet eden görüntüler birden saldırıyordu üstüme. Yarım kalmış işkenceler, artık sıralarının geldiğini düşünerek ortaya çıkıyordu.''


''Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu. Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağım bilmiyorum ki.''

Oğuz Atay- Tehlikeli Oyunlar

11 Mart 2011 Cuma

belki de

değişimimi bekliyorum. Bir sabaha gözlerimi böcek olarak açacağım günü ... Ya da öteki benin artık kontrolü ele alması gerekiyor. Belki biraz zor olacak kırmaca dökmece ucuz oyunlar... Artık bunları biliyoruz diyeceğiz. Hep aynı numaralar değil mi diyeceğiz. Fausttan yana değişen bir şey yok. Ne olacak şimdi ruhundaki bu çarpışmadan kim galip çıkacak?
Bir tarafta sahip olmak istediklerin bir tarafta nefretlerin bir tarafta ise korkuların.


Yapışkan geçmişin neden hep korkularına dönük? Ve neden tek gördüğün nefret?




9 Mart 2011 Çarşamba

Bol su ile yıkayınız.

Olgunlaşmadan dalından koparılan elmalar gibiyiz. Büyümeden öleceğiz. Belki yaşlanacağız belki de vakitsiz yağmurlarla düşeceğiz ama asla büyüyemeyeceğiz.
Sözlerimiz bu yüzden hep 'Ham' kalacak.

22 Şubat 2011 Salı

hayal arsızından hayat hırsızına

Başkalarının hayatlarından birer parça çalıp sonra da onları beyaza ve pembeye boyayıp kendimize hayaller mi dikiyoruz?
Yoksa başkaları bizim hayallerimizi çalıp üstündeki peri tozunu üfleyerek gerçeğe mi giydiriyor?

17 Şubat 2011 Perşembe

bini bir para

Yalandan ne kadar nefret edersem çevremi o denli yalancılar sarıyor, ben ne kadar 'aman boşver' dersem o yılan beni sokmak için o denli çabalıyor. Tam işte bu güvendiğim insan, bu canım dostum, bu ruh eşim vs. zırvalarına kanacak olsam o insanlar sırtlarını dönüp gidiyorlar. Geride ne bıraktıklarına bakmadan.
Ne zaman ben yalnız değilim desem yalnızlık kendisini hatırlatıyor ve gerçekleri suratıma çarpıyor.
Çıkarcılığın genelgeçer kural sayıldığı, yaşamanın insanları köprü yapıp üstlerinden geçmekten ibaret sanıldığı ve arkadaşlığın salt kurgu olduğu şu sahneden çok sıkıldım.
'Podyumdan inin ve aslında kimsenin sizinle ilgilenmediğini görün' demek istiyorum bazı insanlara.
Evet ben de seninle ilgilenmiyorum. O da şu da. Söylemediklerin, yalan değil eksik dediklerin, tavırların, özürlerin, yalvarışların, yakarışların ve de en önemlisi timsah gözyaşların kimsenin umrunda değil.
Kıyafetlerin, sevdiğin markalar, okuduğun kitaplar, kızdığın insanlar, gezdiğin mekanlar, hiçbiri ama hiçbiri 'sen' değilsin. Sahne arkasına geçip de bunu sana söylemeyi nasıl isterdim. Ama duymazsın ki...Sağır etmiş seni alkışlar, kör etmiş ışıklar...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Aynada bir kartpostal

Kuzguncuk'muş bir derste proje yerimiz. Oralara gidip görmeden önce Nazım Hikmet'e kulak verdim;

KUZGUNCUK

Beykoz`da oturmalı
Beykoz`da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
ve gayet nefis yapar gül reçelini
pansiyoncu Madam
ve kızı Raşel...

Aynada bir kartpostal:
bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol... v Denize nazırdı pencereleri...
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
karanlık şilepler geçerdi geceleri
insanı olduğu yerde
eli böğründe bırakarak...

Selim`in odası havadardı.

Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada.
Sağda Cevdet Paşa yalısı.
Yalıda bir tavus kuşu
bir de Mebrure Hanım vardı.
Mebrure Hanım
tafta entariler giyerdi.
Çok ihtiyardı
ve mavi gözleri kördü.
Tentene işlerdi Mebrure Hanım.
Uyanır bir beyaz güle başlar,
uyurken dağıtırdı gülünü...
Merhum Cevdet Paşa yalısında
Mebrure Hanımı unutmuşlardı...

Beykoz`da oturmalı
Beykoz`da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan
dünyayı zapta gidecek olan
pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların
her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim...

Nazım Hikmet

13 Şubat 2011 Pazar

Alaturka tuvalette sidik yarışı

A: ben şimdi bunu yazdım.
B: yasaklıyorum abi. müşterim istemiyor. satamıyorum. para yok.
C: bence doğru yasaklasınlar.
D: özgürlük!

A: Abi bu kelimeleri değiştirdim bak komik oldu
B: yasaklıyorum. bu ne böyle. Kızacaklar bize. sonra satamayız.
C: cık cık cık
D: özgürlük!

A: Ben bir şey çizdim.
B: dur bakalım yarın yasaklarız.
C: saygısızlık
D: özgürlük

Her durumda A, B, C, D kişileri farklı olmakla birlikte ortaya çıkan sonuçlar benzerdir. Olay birkaç gün sonra unutulur. Söyleyen söylediğiyle kalır. Ve biz hiçbir şey öğrenemeyiz. Merhaba yeni gün.
Peki nedir bu sidik yarışı?
Sen burda Ata'ya laf attın. Sen burda dine laf ettin sen benim marşıma dil uzattın. Ve nicesi...


'Özgürlük' kelimesinin anlamını bilmiyoruz.
'Saygı' kelimesinin ise hiç mi hiç bilmiyoruz.
Tüm bunları geçtim düşünmüyoruz. Düşünemiyoruz.
Nasıl güldüreceğimizi ve neye güleceğimizi de bilmiyoruz.

Kim haklı kim haksız diye bir yorum yapmayacağım. Daha doğrusu kendime saklayacağım yorumumu da hislerimi de. Ne de olsa bol bol konuşan çıkacaktır. Ama şunu söylemek istiyorum ki;
Dilinden 'Allah' kelimesini düşürmeyip adının başına 'hacı' ekleyen HAraCIlara tapanlar, Allah yoktur diyene taş atanlar...
Din üzerinden 'VAR' veya 'YOK' diyerek prim yapmaya çalışanlar... Hepiniz birsiniz gözümde.

31 Ocak 2011 Pazartesi

büyüyemedim

Geceleri oturup güdüzleri uyuduğum bilinir. Zamanla ilgili problemlerimin olduğu da. Ayrıca ne hız problemlerimi çözebilmişimdir şu hayatta (her yere geç kalırım) ne havuz ne de yaş problemlerini. Yaş problemlerimi çözemememin altında ise sanırım bir Benjamin Button'lık var.
Şu yaşıma gelene kadar herkes yaşıma göre olgun davrandığımı iddia etti. Kimisi bunu bir övgüyle yedirdi. Kimisi siteme buladı. Ama farketmez herkes tam fikirdi. 'Bu kız büyümüş de küçülmüş.'
Akıllı, uslu, hanımhanımcık diyenler çıktı sonra. Çocukken 'çocuk' gibi davranmamışım belli. E o zaman terazi dengeyi bulmak ister ve beni tepetakak yapar 20 yaşımdan sonra. Evet ben 20 yaşından sonra küçülmeye başladım. 'saçmalama' 'çocuk gibi davranıyorsun' 'çocuklaşma' gibi cümleler yöneltildi bana. Ve ben her çocuk gibi 'yapma' dedikçe daha fazlasını yaptım. Yapmaya da devam ediyorum.
Akıllı, uslu, hanımhanımcık çocuk yerini manyak, deli, çocuksu bir dengesize bırakıyor.
Bakalım taşlar ne zaman yerine oturacak?
Ve bakalım ben o zamana kadar kaç 'cam' kıracağım, kaç top patlatacağım ve kaç kere düşüp düşüp kendimi kanatacağım. Bilinmez. Ama yaraların daha geç kabuk bağladığını biliyorum.

22 Ocak 2011 Cumartesi

afiyetteyiz

Kurutulmuş acılar serpiştirilmişti göz kapaklarının altına, sarı bir sağrıdan ibaretti gördüklerimiz. Biraz daha incelersek, güneşten unufak olmuş gerçekleri görebilirdik, kırık bir aynadan yansıyan zahiri görüntüleri...Ama korkuyorduk daha derinine inmeye. Yüzeyden uzaklaştıkça daha da kırılacak olan hayaller filtrelenmişti olanaksızın ve saçmalığın eleğinde. Geriye kalanlar gerçekliğin masasında yerini almış, ara sıcak ismi altında bizi kandırmaya başlamıştı. Hangi çatalı kullanacağımızı bilmiyorduk.
Mayhoş tatlar, acılar ve ekşiler serpiştirilmişti bulutların altına, bir dilek ağacının dallarına. Biz de acıların olgunlaşmasını bekliyorduk. Gözyaşı zamansız düştükçe, toprağa ihanet eden diller çapalara tutundukça acı çürüyordu dalında. Bir kedi merdiveni tutturulmuş gövdesine dileğin ama korkuyorduk daha yükseğe çıkmaya. Yüzeyden uzaklaştıkça gerçekliği görüş açımız artacak çaputlara bağlanan dilekler açılacak, meyveler dalından kopacaktı. Hangisi mayhoştu hangisi acı bilmiyorduk. Ekşiyi sevenler şanslı! tatlı ise sofradaki sırasını beklemeli. Hepsini eteklerimize dolduracaktık.
Dilimlenmiş saat yerleştirilmişti sağ köşeye. Diyette olanlar sol köşeye oturmuş diğerlerini beklemeden ana yemeğe koyulmuştu. Tavuk mu istersiniz kırmızı et mi? Ah yoksa vejeteryan mısınız?
Sofradan bir anı fırladı. Açık unutulmuş bir tencereden içeri girmiş kaynadıkça kaynamıştı. Havada iki parçaya bölündü ve biri onun avcuna düştü. Ah dedi. Kapadı gözlerini. Diğeri ise duvardaki aynaya kadar koştu fiziği hiç sevmediğini kaykırarak ve parçalandı ayna, 7 yıl uğursuzluğun habercisi olarak.
Güneş çalıyordu sofraya, çatalla içilen çorbalarda parıldayan sırlı cam kırıkları mayhoş bir tat veriyordu. Meyve yerine tatlı alacaktım bu yüzden. Sonra da çorbamı içecektim.
Bu düzensiz sofrada tüm korkular kaybolurdu ve biz yerdik sadece ama çatalla ama kaşıkla. Sırasız, sarı bir sancıdan ibaretti gördüklerimiz.


20 Ocak 2011 Perşembe

Pippi, Bacaksız ve diğerleri















Uzun çoraplı Kız Pippi ile Cincin Adası'ndayım. Koleksiyonlarımıza katacak değişik nesneler topluyoruz. Benim çoraplarım beyaz danteli, çabuk kirleniyorlar annem kızacak ve ben Pippi'ye imreniyorum. Ama onu nasıl sevdiğimi bilemezsiniz. Bizim 'Bacaksız'la tanışsın birlikte okula gidelim istiyorum ama Pippi bu fikre yanaşmıyor, zaten Bacaksız da Pippi'yi kıskanıyor.

Kırmızı bir balonum olsun istiyorum ama kimse onu elimden almasın ve o da uçup gitmesin, ama tüm balonların er ya da geç patlayacağını öğreniyorum vazgeçiyorum, sonra Şeker portakalı geliyor aklıma ve beni ağlatmayı başaran bu erkek için üzülüyorum. Belki ilk defa ona ağlıyorum.

Geceleri bahçemizdeki agacın bir dilek ağacı olduğunu düşünüyor ve uyuduktan sonra başka diyarlara yolculuğa çıkacağıma inanıyorum dallarına konarak. Kimbilir belki de gidiyorum masalların diyarına. Tüm o periler, prensesler, krallar ülkesine...

Ne zaman üşüyerek uyansam kibriçi kız geliyor aklıma camdan bakıyorum, göremiyorum onu. Sırf bu yüzden sevmem noelleri. Ya o gelir aklıma ya da bir kış gecesi anne ve babasını kaybeden ve soğuktan donan küçük kadınlar. Daha sonra 'sefiller' girecekti hayatıma 'kimsesiz çocuk'la tanışacaktım. Ve daha çok şeyden nefret edecektim.

İnsanlardan sıkıldığımda kendimi 'Beyaz Yele'nin sırtında bulacaktım. Dört nala koşacaktık. Hem sonra gülibik vardı onunla da dertleşecektik daracak kümeste. Dalmaçyalılar beni yardıma çağırdığında koşacaktım ve onları o cadının elinden kurtaracaktım. Ama hayvanlara ne kadar yardım edersem edeyim küçük yaşta yanlışlıkla yuvalarını bozduğum kuşları unutamayacak ben de Ömer Seyfettin gibi 'ilk cinayet'imin ağırlığını taşıyacaktım.
Kaşağıyı kimin kırdığını bildiğim halde söyleyememiştim, ispiyonculuk kötüydü peki ya susmak...
Böyle zamanlarda içimdeki sıkıntıdan kurtulmak için maceralara girişirdim seksen günde dünyayı gezer, denizin altına inerdim fersah fersah, ıssız adalara düşer sonra mahalleye gelir ve Pal Sokağı'na uğrardım. Bazen de Gizli Bahçeye dalardım.
Ah bir de Tom Sawyer vardı. Sanırım ona daha çitleri boyadığı zaman aşık olmuştum. Tüm misketlerimi biriktirip onunla konşmaya fırsat olsun diye onları takas etmeye hazırdım. Saçları örgülü sarışın kız aramıza girecekti ama o kızı da sevecektim çocukluk işte.

Ah daha o kadar çok isim vardı ki oyun bahçemde. O kadar başka diyarlar vardı ki çocuk kalbimde. Ben büyüdüm dediğim gün abimin okuduğu bir kitabı aşırmıştım 4. sınıftayım ve roman 'Don Kişot' işte o zaman anlamıştım asla büyümeyeceğimi ve tüm kahramanlarımın çılgın olacağını. Açmıştım savaşımı yeldeğirmenlerine.

Bundan sonrası başka bir günün konusu, çocukluğum Can Yayınları'nın çocuk serisi (bavul gibi beyaz bir kutuda bir sürü kitap) ve ilkokul kitaplığımızdaki kitaplarla geçmişti. Ah bir de gazetelerin ekleri vardı. Ayşecikler, Robin Hood ve diğerleri. Anneme aldırttığım kitaplar vardı bir de her kırtasiyeye gidişimde bir tane aldığım Ömer Seyfettin, Gülten Dayıoğlu, Kemalettin Tuğcu kitapları ve nicesi...

Başka bir gün de size ilk gençliğimi anlatırım ben artık büyüdüm diyerek elime 'Gazap Üzümleri'ni aldığım günü.






16 Ocak 2011 Pazar

Hiç İçin

''Bedenime, haydi ayağa kalk, diyorum, harcadığı çabayı hissediyorum, yolun ortasında yığılıp kalan ve kalkmaya çabalayan, çabalamayı sürdüren, başaramayınca da çabalamaktan vazgeçen yaşlı bir beygire benzetiyorum onu. Kafaya, Onu rahat bırak, rahat dur, diyorum, soluk alıp verişi duruyor, sonra eskisinden daha kötü biçimde başlıyor yeniden. Tüm bu hikayelerden uzaktayım, hiç kafamı kurcalamamam gerekirdi onlarla, hiçbir şeye gereksinme duymuyorum, ne daha çok ilerlemeye, ne de bulunduğum yerde kalmaya, gerçekten de umursamıyorum tüm bunları, uzaklaşmalıydım onlardan, bedenimden de, kafamdan da, kendi aralarında uzlaşmaları için, son bulmaları için bıraksaydım onları, yapamıyorum, benim son bulmam gerekiyor.''

(Samuel Beckett, Hiç İçin Metinler, Ayrıntı yay., sf:84)

12 Ocak 2011 Çarşamba

Kovan

Örneğin ev ne? Evet iyi bir soruydu, şu anda içinde barındığı bu yapı neydi? Rakıdan küçük bir yudum aldı.
Bu ev bir kovandı. Bu ev bir kovansa o da bir arıydı. O bir arıysa bu kovanı kendi salgıları ve çabalarıyla yapması gerekirdi. O zaman ne burası bir kovandı, ne de o bir arı.
Ev benim gövdem, dedi. Tavan arası ne? Benim kafam. Tavan arasındaki kovan ne? Benim beynim. Kovandaki arılar ne? Benim düşüncelerim. Güzel dedi. Rakıdan bir yudum aldı. Peki dedi, evin içinde dolaşan ben kimim?
...

Tabancasını çıkarıp kovana doğru bir el ateş etti. Arılar saldırının nereden geldiğini biliyorlardı, doğrudan ona yöneldiler. Bir el daha ateş edemezdi, arılar bütün bedenini kaplamıştı.
Telefon da çalmıyordu artık.

8 Ocak 2011 Cumartesi

bilinçsiz akışım...

Bir adım ileriye gidemiyorum. Nasıl da korkuyorum üzülmekten nasıl da korkuyorum yenilmekten. Olduğum yerde sayıyorum bu yüzden. Bir sağıma bakıyorum bir soluma ama en çok da arkama bakıyorum. Silik hatıraları su yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Br yerlerde yazıyor olmalıydı diyorum bu sorunun cevabı. Ben bu hatayı daha önce de yapmıştım. Anlamıyorum bilmemkaçıncı kez girdiğim bu sınavda aynı sorunlarla boğuştuğum farkında bile değilim. Bir sonraki sayfayı açmak belki de hatalarımı ezberleyip onların tekrarından kaçmak elimde. Oysa ben yapmıyorum. Sizin kullanmayı çok sevdiğiniz o temiz beyaz sayfayı bulamıyorum. Yazılanları silip üzerine basıyorum. İşte durduğum nokta hatıralarımın silindiği, benliğimin belirsizleştiği, beynimin patlarcasına yorulduğu o incelmiş levha.

Siz napıyorsunuz bilmiyorum? Eminim bir şeyler için koşturuyor eminim bir şeyler için üzülüyorsunuz. Ya da alışkanlıklar...ah o bilinçsiz akışımlar...

‘'Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun?’ dedi. Öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an.'' Özdemir Asaf

6 Ocak 2011 Perşembe

dön dön dünya dön...


penceredeyim ve sokağımıza gelen dönmedolapçı amcanın sesini duyuyorum. Bir tur binene bir tur bedava diyor. Anneme ayaküstü yalvarıyorum, hemen dönme sözü veriyorum ve pencerenin kenarındaki bozukluklardan aşırıyorum. Bu arada dönme dolap dediysem 4 koltuğu olan demir çubuğa tutturulmuş, düştü düşecek bir seyyar dönmedolap, lunaparklardaki gibi şu rengarenk kocaman olanlarından değil.
Bir turla başım dönüyor. İkinciyi istiyorum ama yine de. Zincir kopacak da düşecekmişim gibi hissediyorum. Durmamız gerektiği zaman amca bir anda ters döndürüyor oturakları ve öyle yavaşlıyoruz. Evet bir anda ters döndürüyor. Ne heyecan ama sanki o durma anı dönmekten daha güzel.

Nerden de hatırladım o günü bilmiyorum. Belki de tepetaklak olduğum şu günlerde yavaşlamamın nedeni budur diyorum. Bir tur daha gitmem için ya bir bozukluk daha bırakmalıyım amcanın avucuna ya da bir hafta daha yolunu gözlemeliyim dönmedolabın. Ve ben hayatın döngüsüne yeniden girebilmek için ters dönüyorum şu an. Fakat durmuyor, durmuyor...Amca bu kez hızlıca ters yöne döndürüyor. Belli onun da canı sıkılıyor.

Annem pencereden bağırıyor adımı. Arkadaşlarım inmemi bekliyor. Fazlası midemi bulandırır inmek istiyorum. Kafamı kaldırıyorum dönme dolabın başında kimse yok, dönme dolap da yok.


Nerdeyim ben?

(bu arada fotoğrafı gugıldan arakladım. telifinden affola)