18 Temmuz 2010 Pazar

Şeytanın Yalnızlığı

Dişlenmişti bilekleri yalnızlığının. Belli belirsiz zamanın ötesinde kollarındaydı yazgının. Cıvataların pas kokusunu hissediordu önce, sonra da ritimsiz ve tiz gıcırtılar yerleşiyordu beynine. Bu seslere ve kokuya hapsolmadan kendini kargışın kollarına bırakmak istiyordu.
Ne ilk insandı şeytanla anlaşma yapan ne de son olacaktı insanlığı terkedip pazarlığa kanan.

Tortulaşmış bir kalp, küflenmiş tırnak etleri, cızırdayan saç telleri ve bir tutam da nefret. Kazanda kaynayan damarları parçalarcasına akan kan...Anlaşma bundan ibaretti. İmzalanması gereken bir kadeh, mühürlü bir dudaktan sızacak olan sıcacık bir şarap.

Bir işaret arıyormuşçasına gözlerini gezdiriyordu tavanın çatlaklarında. Ayaklarını gıcırtıya ritm tutarak yani gelişigüzel sallıyor, tükürükler saçarak ıslık çalıyordu. Aklındaki düşünceleri kovmaya çalışmıyor aksine daha da karanlıklarını çağırıyordu sofrasına. Islığın sesi de gıcırtıya uyduğu an kazan kaynayacaktı.

Gözlerini tavandan ayırıp ellerine baktı. Eğer hala duruyorsa kalbinin aynası olmalıydı bu eller. Kıvrılmıştı parmakları ve pörsümüştü derisi. Saçından bir tel koparıp parmakları arasında döndürmeye başladı. Saç teli hala parlıyordu. Misafiri onu böyle görmemeliydi.

Aralık duran eski demir kapıyı kapadı. Rüzgarın yardımıyla konuşup duranlar susmuştu. Şimdi sıra ondaydı. Kapının kapanmasıyla, sandalyenin bacağından geçerek iki duvarın birleşiminde son bulan o silik ışık huzmesi de kaybolmuş, tavandaki kıvrımlar görünmez olmuştu. Evet ne diyordu. Sıra ondaydı.

Ateşi yaktı. Ellerinin titremeye başladığını hissetse de gözleri ateşe sarmıştı. Sol elini saçına götürdü, gözlerini kapadı, ateşin sıcaklığı yüzüne vururken sağ eliyle sandalyeyi sımsıkı tutmuştu.

Islık da gıcırtı da yoktu ama kazan kaynıyordu. Anlaşma bundan ibaret demişti 'O'. Oysa kazanda parçalanmış bir sandalye, kırık dişler ve gözyaşı da vardı.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Keşke...

Sadece bir zamirdim. Yüklemsiz bir cümlede üç noktanın arkasına sığınan, ünlemlerden kaçıp gizlenmeyi benimseyen bir özneydim. Hiçbir önemi olmayan, hiç okunmayan sıfatsız bir kelimeydim sadece. Tüm bunlar ne zaman başladı ve nasıl sona erdi bilmiyorum. Yalnızlığımın farkına vardığım gün yerimi yalancıların aldığını gördüm. Onların unvanlarla dolu yakaları, abartılı zarfları ve bir sürü virgülü vardı. Bu kalabalıkta soru işareti yoktu, merak yoktu. Sadece Parantez içleri ve birbirini yemeye hazır tırnaklar vardı. Onlara böyle uzaktan baktıkça gerçeği görebiliyor, çıkardıkları sesin sadece gürültü olduğunu duyabiliyordum başıboş bir orkestradan çıkan.
Kimseye bir şey diyemiyordum.
Kimse beni dinlemiyordu. Gücüm yoktu.
Benimle bağıracak kelimelerim yoktu. Ben sadece 'BEN'dim. 'ONLAR' olmalıydım kalabalık ordumla ya da 'O' olmalıydım tüm gizemiyle. Hele 'BİZ' olmayı öyle çok isterdim ki...Oysa sadece 'BEN' yalnız üç harf, yanında üç nokta...
BEN...
Şimdi her şeyin sona erdiği yerdeyim. Hiçbir isteğim olmadı hayattan ben olmaktan başka ama keşke 'SEN' beni anlasaydın. 'SİZ' beni duyabilseydiniz ve 'BİZ' olabilseydik.
Keşke...

13 Temmuz 2010 Salı

Ne garip

Biliyorum sen farklısın. Ötekiler gibi düşünmüyorsun. Belki de hiç düşünmüyorsun. Ya da öyle çok düşünüyorsun ki düş ürünü bir dünyanın midesine düşmüş eriyorsun. Kalkmış 'düş' üzerine cümleler kuruyorsun ilkokul öğretmeninin verdiği ödev üzerine.
'Düş yakamdan seni pislik'
'Düşün düşün boktur işin'
'Düşmandan korkan onun gibi olsun.'
'Düşünce düşlere düşüncelere...'
Heh bak sonuncusu oldu işte diyorsun. Belki de şair olurum. Bu yaşta çocuk böyle cümleler kurar mı? inanmaz ki sana annen söyledi der. Siliyorsun. Öğretmen kızıyor yine de sana 'Bak nasıl da güzel yazmış ütülü önlüklü ak pak arkadaşın.' Oysa sen terbiyesizsin 'bok' denilir miydi hiç? Tırnakların da uzun. Onun da uzun belki ama o uçlu kalemiyle temizlik yapıyor sen tahta kaleminn arkasını ısırıp eline yüzüne kir bulaştırırken. Bunları düşünedururken örnekler okunuyor sınıftan ve öğretmen 'aferin' dağıtıyor herkese bazılarına da pekiyi! Nasıl da düşünememiştn 'bok' yazılmayacağını.
'Kardeşim bisikletten düştü'
'Gece bir düş gördü.'
...
Anlamıyorsun o kırmızı yanaklı kızı ve kara gözlü koca burunlu öğretmeni. Düş denince aklıma düşes de geliyor diyeceksin ama demiyorsun. Varsın pekiyi olmasın iyi de olmasın. Buna yıllarca devam ediyorsun. Susmaya mı düşlere mi? Hayır hayır sadece buna. Bu her neyse ona.

Ben farklıyım diyor biri, diğeri haykırıyor camdan 'ben deliyim deli' ve öteki sessizce oturuyor ne farklı ne de deli sadece birini bekliyor. 'Sen de bir garip kızsın ha' diyor.
Sormuyorsun neden diye. Yine yapıyorsun aynı şeyi.

9 Temmuz 2010 Cuma

...ve sustum.

Sürekli aynı şeylerin tekrar ettiğini gördüm ve herkesin bir ağızdan aynı şeyleri konuştuğunu duydum başka kelimelerle. Sonra acaba ben mi hep birbirine benzeyen insanların etrafında dolanıyorum dedim. Ben mi hep aynı şeyleri okuyorum, aynı yüzlere bakıyorum? Kelimeler mi yetersiz, cümleler mi sınırlı?
Ben kelimelerden, cümlelerden bahsederken Özdemir Asaf geldi yanıbaşıma. Her zamanki ironisiyle konuştu benimle. Cümleler benim işim mi demek istedi, farklı şeyler söyleyenlerin olduğunu kendisinde hatırlamamı mı istedi bilmiyorum; soruma soruyla karşılık verdi:


'Birbirine benzeyen evler midir birbirine benzeyen bu insanları yapan?
Yoksa birbirine benzeyen insanlar mı yapıyorlar birbirine benzeyen bu evleri?'
(Özdemir Asaf)

Bundan sonra konuşmak düşmez bana dedim ve Sustum.
Sorusuna yanıt verdiğim gün o da benim soruma cevap verecekmiş, öyle dedi.

Not: O öldü, yalan söyleme seninle konuşmaz diyenler olabilir. Onlara da şunu iletmemi söyledi

'Yaşadığını gör yaşarsın.'(Ö.A.)

4 Temmuz 2010 Pazar

yamalı saatler

Yarım bir çemberin üzerinde yürümeye çalışıyorum. Bir yandan şanslıyım başladığım yere geri dönmeyeceğim. Ama düşeceğim boşluk, ipin ayaklarımın altından çekileceği yer? İşte orası muamma.
Saat kaç diyorlar, yuvarlıyorum.
Derdin mi var diyorlar lafı geveliyorum.
Gece bir türlü uyuyamıyorum dönüp dolanıyorum, gözlerimi futursuzca bi o yana bir bu yana çeviriyorum ve aklımı küçük bir kızın eline tutuşturuyorum arkadaşlarıyla ip atlasın diye.
Ya da oturuyorum bir parkta başını döndürmek için küçük bir çocuğun... Çığlığıyla bir dönme dolabım.
Yarım kalıyor tüm saatlerim.
Kahkahalarımdan yama yapıyorum acılarıma, yıkanınca biri çekiyor.
Hüznü kaplamaya çalışıyorum bir parça umutla sökülüveriyor dikiş.
Çemberi tamamlamaya çalışıyorum geçtiğim yollardan kopardığım parçalarla.
Olmuyor.
Geçmişi dikmem için geleceğe, bugünü geçirmem gerek kendimden.