21 Aralık 2013 Cumartesi

Neden Yazar Olamam?

Nasıl yazar olunur, şu yazardan yazar olacaklara şu tavsiyeler, yazarda olması gereken özellikler, yazmanın sırları vs. gibi kitapları, haberleri ya da kursları biliyorsunuzdur. Bir taraftan 'Aslında herkes yazar olabilir' düşüncesi aşılarken bir taraftan da 'Herkes iyi yazamaz, hiç kalkışma' tehdidi savururlar. Yaz, hobi olarak yine yaz ama yayınlama, ya da yayınla ama ne bileyim işte okunmayı bekleme. Ya da hayalperest misin? O zaman hayal kırıklığına uğra ve bir trajedin olsun işte bu seni yazar yapacaktır. Okur olmak ise daha karmaşıktır. Daha özneldir ve üzerine daha az ahkam kesilebilir; ama yine de okuduğunu anlama, çözümleme gibi kursların yolundan gitmiyorsanız 'boşuna okuyorsun' damgası yiyebilirsiniz. Aaa ama o kitap çok sesliydi, kafkaeskti, palimpsestti, satır araları vardı?

İşte tam da bu yüzden yani nasıl iyi okur olunur ya da iyi okur nedir gibi çetrefilli sorulara bulaşmayıp yazar olmak üzerine konuşacağım ben de. Oturdum şu ana kadar yapılan genellemeleri, yazarlar üzerine yazıları, basmakalıp düşünceleri gözden geçirdim ve yazar olamayacağım sonucuna vardım. Nasıl yazar olunmaz? Neden yazar olamam? sorularının cevaplarını elimden geldiğince derlemeye çalıştım. Olur da birisi bana 'Neden yazmıyorsun?' diye sorarsa 'Yazsaydım çıldırırlardı.' diyebilecek bir durumda olmadığımdan daha az dikkat çekici, daha az iddialı cevaplar veriyorum:

1. Kendime ait bir odam yok.
2. Etrafında olan bitene benden daha ilgisiz bir insan bulamazsınız. Bankadaki kadının tokası, büfedeki adamın şeytan tırnağı, bebek arabasındaki veledin kabakulağı gibi şeyler hiç dikkatimi çekmez.
3. İnsanların ruh halini onlar söylemedikçe anlamam, insanların yalan söyleyip söylemediklerini de anlamadığımdan asla gerçekten ne hissettiklerini bilemem. Hiç 'hüzünlü bakış' görmedim. Yaşlı göz evet, bayık bakan göz evet ama hüzünlü göz? Hayır.
4. Çok unutkanım, tarih bilgim çok zayıftır, siyasetten 'bu ülkede yaşayıp mutsuz olmama yetecek kadar anlıyorum' o kadar. Yani bu konulara değinen 'göndermeli' herhangi bir yazı yazamam.
5. Az konuşan bir insan olsam şahit olduğum olayları tanıdığım kişileri bir şekilde öykü kahramanı yapardım kimsenin de ruhu duymazdı ama her şeyi herkese anlattığım için yazdıklarımın çıkış noktası hemen anlaşılır ve hiçbir gizemi kalmazdı. Bu yüzden merak uyandıramam.
6. Peki hayal gücü? 'aslında her şey rüyaymış' düzeyinde ki bu da yazar olamamam için bir başka neden.
7. Gerçekleri yazsam? Bir günlüğüm var ki, işkence niyetine insanlara okutturulsa o insanlar intihara kalkışır. (hayır olayın varoluşçulukla bir alakası yok)
8. Psikanaliz, yunan mitolojisi, din felsefesi ve modernizm üzerine söyleyecek bir sözüm yok.
9. Popüler kültürü takip etmiyorum/edemiyorum ama bunu artistlik olarak öne sürebilecek kadar da uzak değilim.
10. Yemek yapmayı bilmiyorum.
11. Ağaçların, çiçeklerin, böceklerin, omurgalıların, balıkların adlarını bilmiyorum.
12. Bir masa benim için yalnızca bir masadır bir yazar içinse hayatın gözler önüne serilmesi ya da bin bir çeşit betimleme (mimar olmama rağmen şu ana kadar 'maun masa' demedim hiç oysa 7987837 kez okudum. Romanlarda masalar maundur.) Bir şair içinse 'Masa da masaymış ha!'
12. İçki kültürüm yok balık ve yemek adlarını bilmediğim gibi içki adlarını da bilmiyorum. (Sevdiğim kadın ve sokak adı da yok ne yazık ki.)
14. Denizcilik olmasaydı dünya edebiyatı eserlerinin yüzde 60'ı da olmazdı. Denize ve denizciliğe dair de hiçbir şey bilmiyorum. Okuduğum onca kitaba rağmen denizde olan her şey 'gemi'dir. Taka, yelkenli, firkateyn, filika (bunu Titanic'ten hatırlıyorum sanki) nedir en ufak fikrim yok. Mürettebat, tayfa ve kıç kelimeleriyle de bu konuda bir şey yazabileceğimi sanmıyorum.
15. Polisiye, aksiyon yazsam? kafam entrikalara hiç basmaz, silah, tüfek bir de kılıç ayrımı yapabilirim belki ama bunları cümle içinde kullanmak bile hoşuma gitmedi 'savaşma seviş'
16. Nee 'seviş' mi! Haşaa ya bir akraban yazdıklarını okursa! Bir cinayet öyküsü yazsan sana katil demezler belki ama bir sevişme mevzu bahisse yandın, vay ahlaksız.
17. Takma isimle yazsam? Kendime takma isim bulamam bir twitter ismi bile bulamayıp ad soyadımla hesap açtım ki nerede mahlas bulmak hem mahlas mı kaldı bu devirde?
18. Sözlük okuyangillerden değilim. Kelime dağarcığım zayıftır. (Sözlük okuyan insan var mı cidden?)
19. Ne şehir ne taşra ne de aradakalmış edebiyatı yapabilirim.
20. Bilimkurgu desek? Kurgu konusunda zayıf olduğumu söylemiştim, bilim de ortaokulda okuduğum bilim çocuk dergisi terk.
21. Fantastik? O konuya hiç girmeyelim.
22. Yazmak için yaşamadığım gibi yaşamak için de yazmam gerekmiyor.
24. Yazmayınca çıldırmıyorum.
25. Yağmurlu havada kahve ve sigara eşliğinde daktilo başına otursam yazabileceğim tek şey gülme efektine ihtiyaç duyan sitcom senaryosu olurdu.
26. Yazmak için bir yere kapansam yazmak dışında her şeyi yaparım. Sporla arası iyi olmayan bir insan olarak amuda kalkmayı bile denerim ama yazamam.
27. Eleştiriye hiç gelemem, o cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diyen birine roman kahramanımın türkçesi çok iyi değil der postmodernizmin tüm nimetlerinden yararlanır ama tutunamam bu nedenle benden yazar olmaz.
28. İlkokulda bulduğum imzayı kullanıyorum, artistik imzam ile havalı imza günleri düzenleyemeyeceğim için yazar olamam.
30. Tür adları konusunda kötü olduğumu söylemiştim, mevsimler, tarihler, saatler kısaca zaman mefhumu konusunda da felaketim. (Görüldüğü üzere yabancı kökenli sözcükleri kullanırken de beceriksizim, pek iğreti durdu.)
31. İtiraf ediyorum lisede intihar temalı bir öykü yazmıştım sırf bu bile yazar olamayacağımın ya da olmamam gerektiğinin ispatı.
32. Tembelim ben bir kere 'yazmak emek ister emek!'
33. Atladığım sayılar ve tekrar edenler gizemli matematiksel oyunlar değildir.

Not: Devamı gelecek...



1 Aralık 2013 Pazar

Yalçın Tosun ve 'An'lar

Peruk Gibi Hüzünlü 'kayıp anlar'ın kitabıydı benim için. Yazımda da dile getirmiş bu kayıp anları kendimce aramaya çalışmıştım öykülerde. Yalçın Tosun'un son kitabı 'Dokunma Dersleri'ni okurken yine 'an'ların peşine düştüm ama bu kez aramaya gerek yoktu. 'An'lar bir an önce geçmesi gereken, bitmesi, atlatılması ve Peruk Gibi Hüzünlü'de olduğu gibi 'kaybolması' gereken zaman parçalarıydı ve rahatsız edici bir biçimde o 'an'ların tam ortasındaydık.
Acaba aynı şeyleri mi yazıyor, hep aynı konularda gezinip aynı gerilimle mi yüreğimize dokunuyor, bizi hep aynı zayıf noktalarımızdan mı vuruyor diye düşündüğüm an ki 'Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'i okuduğumda öyle hissetmiştim, Dokunma Dersleri ile 'Hayır bu sefer farklı' dedim. Bizi farklı 'an'larımızdan yakalıyor Yalçın Tosun.
Hayalini kurduğumuz o an, unutmaya çalıştığımız o an, hatırlayamadığımız o an ve son kitabındaki öykülerin neredeyse hepsinde olduğu gibi 'kurtulmaya çalıştığımız o an' ve kurtulduğumuz an kavuşacağımız 'o an'
'Damdaki' çocuk annesinin gelmesi ile uyku arasındaki o gerilimde dile getirmez ama bir sonuç arar, uyanmalı, uyumalı, uyumamalı o an gelmeli o an geçmeli. "Uyumak istemiyorum o an gelene kadar."
'Bir Kocanın Gizli Defteri'ne tanık olur aldatılma korkusundan dolayı bir an önce aldatılmasını beklediğini okuruz ki korkulan bir an'dan kurtulmak istiyordur. "İyice acıtana kadar sıktım gözlerimi ve bir şeyler değişene kadar bekledim."
Vapurdan inmek için acele eden insanların arasında bir andan kurtulmanın bir yolu olabilir miydi okuduğun kitabın kapağını kapatmak?
Bir 'Sıcak Sandalye' zamanı mekana taşıyıp bir 'an'ın ısısını yansıtabilir miydi?
"Gitgide havasızlaşan vagonda Saliha, inecekleri istasyona bir an önce varmanın düşünü kuruyordu."
Bazen Soğuk Yılan'daki gibi 'tek bir sebep' ararsınız orada kalmak için o 'an'ı buruşturup atmamak için.
Çilek ne ki, "Bir gülümsese bu anı atlatacak"
Bazen ölçülüdür o 'an' dakika, saat, bir tren yolculuğu, bir kahve içimi bazen de hayattan bir gün;
"Bir gün" diye geçirir içinden Firari Parmağın Ucu'na bakarken "Bir Gün"
Bazen bir şarkının bitmesini beklersiniz elinizde tosbağa ile bazen de telefonun açılmasını;
"Tuşları çevirdikten sonraki o gergin bekleyiş boyunca tırnaklarımı yedim.'
Bazen Ruhsar Hanım gibi tam kapının önünde durur ama zile basamazsınız. Oysa ne kısa bir 'an'dır. Uzar, "Bir geceyi daha, atlatabilmek için."
Sanmayın ki sadece Kucak Delisi bir bebek içindir hikayeler "Ne olursa olsun, bir hikayenin dolduramayacağı bir boşluk yok gibi geliyordu ona. Anı atlatmayı kolaylaştırıyordu."

Kayıp anlarınızı bulmak için okuyabileceğiniz gibi içinizde bulunduğunuz bir 'an'dan kurtulmak için de okuyabilirsiniz öyküleri kolaylaştırır anı atlatmayı ama kitabın kapağını kapatmak da bir çözüm olabilir bazen.



(Not: Kitabın kapağını, kitabı bitirmeden kapatamayacağınız konusunda sizi uyarmak isterim. Öyküleri tekrar tekrar okumak isteyebilirsiniz. )



29 Kasım 2013 Cuma

doğum günü Vol IV

Lafı uzatmayacağım çok konuşup az anlatan şu kadar yıla da çok az anlam sığdıran biri olarak bugün dünya üzerindeki 24. yılımı tamamladım. Doğum günleri var oluşunuzun anlamsızlığını yüzünüze vuran günlerdir. Kendinizi bu dünyaya iyi ki gelmiş olduğunuza inandırmak istersiniz, belki de doğum günü kutlamaları buna yardımcı olduğu için gereklidir. Birileri bize iyi ki varsın demeli ve biz de buna inanmalıyız.
Hele de yıllar geçtikçe. 25 yıla neler sığmaz ki! Mesela dile getirirsem olmaz diye kimselere söyleyemediğim bir hayalimi 25 yaşından önce gerçekleştirmeliyim. Kim bilir bunun için hala 364 günüm var. Sonrasında ya hayalimi gerçekleştirmekten umudu keser ya da 30'a sonra 40'a ötelerim. (Eğer vazgeçersem söz seneye meraklısına açıklarım.)
Her zamanki gibi geçmiş yıllarımı sorgulamıyor bir sonraki yıl için de radikal kararlar falan almıyorum. ( şu hayal meselesi ayrı mevzu ama). Aslında bu yazıyı da sırf doğum günü serimi devam ettirmek istediğim için yazıyorum. Arkadaşım doğum günümde hediye almadı diye üzüldüğüm çocukluk yılları, niye dünyaya geldik ki sanki dediğim ergenlik dönemi, aman yaşıyoruz işte bu da öyle bir gün dediğim şu yaşlarım ve kim bilir 'neden hala yaşıyorum' diyeceğim 29 kasımlar güzel bir derleme olabilir. Ama hiçbir konuda düzenli, tutarlı vs. olmadığım için bu son doğum günü yazım da olabilir.
diğerleri için bkz: #doğum günü daha da eskileri küçükken tuttuğum günlüklerde ki evlere şenlik, akıllara ziyan.

(Not: Acaba bugün birileri Gökhan Özen'in doğum gününü de kutluyor mudur? )
(Not: Dün Zebercet'in doğum günüydü. Onu da unutmadık.)




16 Kasım 2013 Cumartesi

Cesur Yeni Dünya

Bazı kitapları okur okumaz haklarında birkaç şey yazmak istiyorum ama eğer bu kitaplar haklarında zaten çok şey söylenmiş kitaplarsa şevkim kaçıyor. 'Cesur Yeni Dünya' için de böyle oldu.
Söyleyeceklerim yeni, farklı veya okunması gereken şeyler olmayacak bu nedenle, ne kitap analizi ne de ahkam kesme sadece aklıma takılan yerleri yazmak. Bir de bol miktarda 'spoiler' var.

Sürükleyici bir roman ama abartıldığını söylemeye de cüret ediyorum.
Öncelikle ya çeviri ya da yazarın dili nedeniyle büyük bir edebi haz aldığımı söyleyemem nasıl yani derseniz hani bazı romanları okurken 'Ne olur bunun filmini çekmesinler' dersiniz ya ben ilk defa bir kitabı okurken 'filmini çekseler de izlesek' dedim (ki çekilmiş sanırım bir ara izlemeli, bir de okurken aklıma Equilibrium geldi.)



Kitap hakkında yazılan yazılarda bunun bir ütopya mı yoksa distopya mı olduğu tartışılırken aynı zamanda bir kapitalizm eleştirisi mi yoksa sosyalizm eleştirisi mi olduğu da tartışılıyor ki bu durumda bir çaprazlama yaparak şu fikirlere ulaşabiliriz.

sosyalizm eleştirisi ve bu nedenle distopyo
sosyalizme övgü bu nedenle ütopya
kapitalizm eleştirisi yani distopya
kapitalizme övgü ve ütopya
ikisini de eleştiriyor

1984 romanını okuyup da 'Bence ütopya' diyeni bulmak zordur oysa 'Cesur Yeni Dünya'da yaşamak isteyen insanlar çıkacaktır. 1984 ile sadece bu noktada kıyaslıyor kimin gelecek öngörüsü daha fazlaymış gibi tartışmaları komik buluyorum. Kitabı salt sistem eleştirisi olarak almayı veya illa bir cennet cehennem sınıflandırmasına sokmayı doğru bulmuyorum.
Kitabı birçok açıdan ele almak mümkün. Sosyolojik, ekonomik ya da psikolojik. Hiçbir dalda ahkam kesecek bilgiye sahip olmadığımdan belki bir bilen vardır diyerek aklıma takılanları yazıyorum.

Yeni Dünya'da seks üreme amacıyla yapılmıyor, bebekler şişelerde dünyaya geliyor ama cinsiyetsiz bir toplum yaratılmıyor. Üreme seks ile olmasa da yapay ortamda da olsa toplumda kadın ve erkek cinsiyet ayrımına ihtiyaç duyuluyor. Herkesin herkese ait olduğu seksin küçük yaşta öğretildiği ve sadece hazza yönelik olduğu bir dünyada grup seks yapılan ayinde bile bir kız bir erkek şeklindeki oturma düzeninin vurgulanışı da ilginç geldi bana. (ki kitabın bir yerinde daha özellikle karşı cinslerin birleşmesi vurgusu yapılır) Bir de aynı sınıf içindeki seçimler ve güzellik kaygısı da ilginç ki evet Bernard sınıfına göre farklı fiziksel özelliklere sahiptir, istisnadır ama Lenina'nın fiziksel özelliklerinin hem kendisi hem de ondan bahseden erkekler tarafından sürekli vurgulanması da aklıma takılan başka bir soru işareti.
Freud ile Ford arasındaki ilişki kitapta açıkça söyleniyor ama Vahşi'nin annesinin yatağındaki adamı vurmak istemesi, daha sonra Lenina ile annesini özdeşleştirmesi, kırbaçlama kısmında olduğu gibi olaylarda da Freud'a rastlamak mümkün. O dönemde Psikiyatrinin başlı başına bilim kurgu konusu olması da şaşırtıcı olmaz zaten. (Çocukların cinsellik ve ölümle tanışma eğitimleri, ölüm korkusunu yenme çabaları, şartlandırma ve her şeyden önce anne baba kavramını yok etmek.)

Hakkında çok şey söylenen ve söylenebilecek bu kitap hakkında yazma şevkim kaçmışken bu kadar yazmış olmama şaşıyorum ama aklımdaki soru işaretleri de yazdıkça artıyor.

Kitapta 'kahraman' veya 'antikahraman' diyebileceğim birinin olmayışı (belki siz bir kahraman bulmuşsunuzdur kendi adıma konuşuyorum.) kitabın en sevdiğim özelliklerinden biri oldu. 'İşte Bernard' diyorsunuz bu toplumun dışında kalmış biri, derken Watson çıkıyor karşınıza e o da sisteme uyum sağlayamıyor. Peki ya Vahşi? Sonradan gelip kitabın kahramanı olabileceğini mi sanıyor, yo yoo. Bu çok kötü diyebileceğimiz bir karakter de yok ki, müdürün duyguları, Mustafa Mond'un da düşünceleri oldukça karmaşık.

Belli bir baş karakter yoksa, bu kitabın ütopya mı distopya mı olduğu tartışılıyorsa bu kitaba 'tutarlı' diyebiliriz bence.

Bir yazar kitapların okunmadığı bir ütopya yaratmaz belki ama beni ıssız adaya yolla ki daha çok yazayım, diyebilecek bir karakterle özdeşleşip yarattığı distopyadan kendine kaçış payı ayırabilir.

Not: Kitapta bir sürü yerin altını çizdim ama bu spoiler dolu yazımı okuyan zaten kitabı da okumuş olmalıydı bu nedenle alıntılarımı olur da tembellik yapmazsam başka bir başlıkta yazarım.
Not: Kitaba hala goodreads üzerinden kaç puan vereceğimi bilmiyorum. 3 ile 4 arasında gidip geliyorum.

Not: Bahsettiğim çeviri goodreads  bağlantısı verdiğim baskıdır.

3 Kasım 2013 Pazar

Neslihanim Kitap Fuarı'nda

Merhabalar bu yazıyı Beylikdüzü'nden yazıyorum hani şu dağ başı olan hani şu uzaklarda olan hani fuara gelmek için lanetler okuduğunuz yerden. Gerek iş için gerek her türlü etkinlik için Beylikdüzü'nden sizin İstanbul'unuza her gün gidip gelen biri olarak fuar zamanları içten içe oh çektiğim doğrudur. Burada yaşamanın tek avantajı olan fuarı on yıldır takip ediyorum. (Bir kere Kayışdağı'ndan gitmişliğim de var fuara bunu da es geçmeyelim ama) Bu yıl da açılır açılmaz koşuverdim Tüyap'a. Pek planlı programlı bir insan olmadığım için imza günlerine, etkinliklere önceden bakmadım ve yine fuar tecrübelerime dayanarak zaten uyamayacağım bir kitap listesi de hazırlamadım. (Siz bana uymayın.)


Sırt çantası ve evden getirdiğim bez çantalarla fuarı gezmeye başladım. İzlenimleri maddelersem;
  • Bu yıl yayınevlerinde daha çok indirim var gibi geçen yıl hepsi anlaşmış gibi %25 indirimliyken bu yıl %35 %50 ya da öğrenciye %50 gibi seçenekler daha çok.
  • Fuarın benim için en güzel indirimi İletişim'in ve Oğlak yayınlarının %30 indirimi oldu.
  • YKY kendi çalışanları bile 'aynı indirimler Beyoğlu'nda da oluyor' dedi ki evet kitapları fuardan alıp da hamallık yapmaya değmez. (ama ben dayanamadım orası ayrı)
  • İthaki yayınlarının Edgar Allan Poe kitapları her yıl %50 indirimli oluyor geçen yıl şiir bu yıl da öykü kitabını alarak seriyi tamamladım, yine İthaki'de Kafka kitaplarında da özel indirim var.
  • Geçen yıl Metis belli miktarı geçene ekstra indirim yapıp bir de ajanda hediye ediyordu ki favorim olmuştu bu yıl ise %20 indirim var sadece. Ayrıca meraklısına Metis Ajandası da aralıkta çıkacakmış.
  • Sis yayınları diye bir yayından İngilizce roman aldım %50 indirim vardı ve çok ucuzdu, nasıl bir yayınevi olduğu hakkında bir fikrim yok bu nedenle okumadan öneremiyorum. (3 liraya Sherlock Holmes kitapları mesela ilgilisine...)
  • Bilim Kurgu sevenler için Yordam Yayınları'nda China Mieville seti %50 indirimli, yine bazı kitaplarda %50 indirim var.
  • Psikeart standı hem sakin bir yerde hem de kolay eski sayılara ulaşmak mümkün.
Eskiden her standın önünde durur kitapları keşfederdim ama 'okumam gereken' kitapların fazlalığı keşif hevesimin önüne geçtiğinden bu yıl çok farklı yazarlara ve yayınevlerine uğramadım.

Gelelim imzalara;
  • Kardeşim Murat Menteş'ten imza alırken yanındaydım, adama olan ön yargım bir okuruna 'adın şu ama aslında sende şu tipi var' tarzı bir cümle kurunca katmerlendi ama kardeşime sorarsanız adam sempatikti ben art niyetli olduğumdan o cümleyi kapmışım. (bu arada oldukça uzun bir imza sırası vardı.)
  • Murat menteş'ten imzayı alan Emrah Serbes'in imza sırasına girdi ki bu sıra da oldukça uzundu. (Herkes fuardan aldığı bir kitabı okumaya başlasa sırada bitirirdi ki kimse bir şey okumuyordu.)
  • Bugün Füruzan'dan imza almaya gelen ve 4-5 kitabını imzalatan kızla tanışmak isterdim hepi topu 10 kişi vardı ben oradayken.(Keşke sadece imza atmayıp bir iki cümle de kursaydı okuruyla ki kalabalığı da bahane edemez:)
  • Çoğu yazarın imzası 1 numaralı salonda oluyor kargaşayı önlemek için güzel bir düzenleme.





Güzel fotoğraflar çekemedim ama neler olduğu anlaşılıyor sanırım. Bunlar da aldığım kitaplar.









14 Temmuz 2013 Pazar

Lord Arthur Savile'in Suçu

En son ne zaman Oscar Wilde okuduğumu hatırlamıyorum. Çocukken okumuşumdur. Gerçi lise hazırlıkta Dorian Gray'in Portresi'ni İngilizce öğrenmek için hazırlanan kitaptan okumuştum ama onu saymak hile olur.
Bu yüzden Oscar Wilde ile yeni tanışmış sayıyorum kendimi. Bu tanışıklığı da Jorge Luis Borges'e borçluyum. Burada asıl ilginç olan ise Borges'ten yalnızca bir kitap okumuş olmam. Bu aslında benim büyük bir ayıbım bunu biliyorum ve bu fantastik öykülere de yakışan kaderci bir savunmayla henüz zamanı gelmedi diyorum. (Ama okuduğum bir kitapla dahi Borges'e güvenebileceğimi biliyorum ki yanıltmadı da.)
Kitapta beş öykü var.
Lord Arthur Savile'in Suçu
Canterville Hortlağı
Mutlu Prens
Bülbül ve Gül
Bencil Dev

Son üç öykü Borges'in de önsözde dediği gibi Andersenden Masallar tadında. Güzel öyküler bunlar da ama dünyada ne çok acı var, fedakarlık, iyilik vs. türünde didaktik melankolik bir fantastikliğin ilk iki öyküden sonra beni hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebilirim.
İlk öykü Arthur Savile'in Suçu oldukça etkileyici ve garip bir şekilde eğlendirici. Borges'in önsözde dediğine göre İslam dinine özgü bir kader anlayışı var. Bana kalırsa öyküyü etkileyici kılan bu kader anlayışının karşıtını da içinde barındırması, kaderi kabul etmek ama her şeyi kontrol altına almaya çalışmak. (İkinci öyküde de benzer zıtlık başlangıçta hortlağa inanmayan Amerikan ailesinin daha sonra hortlağı kabullenip bezdirmeye çalışmasında görülür.)
İlk öykü fantastik öğelerden hoşlanmayan okur için tamamen tesadüfler ve aptallıklar silsilesi olarak da okunabilir ama ikinci öyküde bir perili köşk ve bir hortlak vardır. Öyküyü okumaya başlamadan önce perili köşkü satın alan Amerikalı aile gibi o hortlağı kabul etmeniz gerekir. Hikaye Amerikalıların 'Modern bir toplumdan geliyorum, bizler paranın satın alabileceği her şeye sahibiz.' diyerek hortlağı da eve dahil olan her şey kapsamında satın almasıyla başlar. Sıradan gotik bir hikaye olarak başlayıp ironik anlatımıyla çok fazla söz söyleyen bir hikaye aslında. Amerikalıların yaklaşımı, hortlağı gurur, onur, duygu gibi kelimeleri tekrarlayıp durması ve sonunda hayaletin fendi...
İki öyküde de oldukça hoş detaylar var. Kahkaha atarak okunan ilk öykülerin ardından son öyküler melankolikleşiyor ve benim gibi melankoli halinden pek de hoşlanmayan biriyseniz ilk öykülerdeki ritmi arıyorsunuz.
Sonuç olarak Babil Kitaplığı'ndan seçtiğim ilk kitaba 5üzerinden 3 puan verdim ve 'Sıradaki!' dedim.


(Bu puanlama olayıyla aram hiç iyi değil bu arada, goodreads kullanıyorum ve her seferinde acaba ne puan versem diyerek kara kara düşünüyorum. Dönüp dönüp puanlarımı değiştirdiğim de çok olmuştur. O yüzden siz yorumuma güvenin ama puanıma güvenmeyin.)


Che Vuoi?

Önsözü kitabı bitirdikten sonra okuyanlardanım. Hem etkilenmek istemem hem de önsöz yazarına pek güvenmem. Ne yapar ne eder ağzından kaçırıverir aslında benim okurken keşfetmem gereken bir sırrı. Yine öyle yaptım ve Aşık Şeytan'ı okumaya başladım.Siz de henüz okumadıysanız ve okuyacaksanız bana güvenmeyin ve yazıyı okumaya devam etmeyin. Merakla başlar hikaye, Alvaro'nun Kabala sözcüğünü merak etmesi ve ortamda bulunan bir arkadaşın bu merakı tetiklemesiyle Alvaro ruhlar alemine hükmetmek ister. Cahil cesareti, ego tatmini, karizmayı çizdirmemek söz konusudur artık bir kere şeytanı alt edeceğini söylemiştir. 'Balzemuth' diye seslenerek çağırır şeytanı ve karşısına dehşet verici deve başıyla çıkar şeytan ve sorar 'Che Vuoi?' yani 'Ne istiyorsun?' Aslında ne istediği pek de belli değildir, hükmetmek istiyordur bir şekilde. Şeytanın efendisi olmak istiyordur. Şeytanın efendisi olacak ama kendi erdemlerinden de vazgeçmeyecek. Deve başının sevimli bir köpek olmasını ister ardından da hizmetkar derken Biondetta olur şeytan ve bir kadın bedenine hapsolur. Bir sürü baştan çıkarma oyunu oynar Biondetta aynı bedende de olsa rolden role girer. Alvaro ise her şüpheye düştüğünde annesini öne sürer, ya annem ne der?
Kitabı okurken bu kitapta psikiyatri için amma malzeme var derken buldum kendimi. Erkeğin tahakküm arzusu, kadının teslimiyeti, cinsiyetçi roller ki burada gerçekten de kadın roldür, anneye olan aşk, kişinin kendini başkasında görmesi vb. Cazotte bu kitabı 1772 yılında yazmış ki Freud'dan da Lacan'dan da çok çok önce. Ama tabii gözlerinden kaçmamış bu kitap. Örneğin Lacan 'Ne istiyorsun?' sorusu üzerinden ayna teorisine örnek göstermiş Aşık Şeytan'ı. (yazıya şuradan ulaşabilirsiniz.)
Lacan'ın kuramlarına biraz göz atıp 'İnsan arzulanmayı arzular' cümlesini görünce belki de şeytanın sorusunun cevabı budur demekten alıkoyamadım ben de kendimi. Şeytanın istediği de arzulanmak değil mi?
Biraz da yazardan bahsedecek olursak Jacques Cazotte 1719 yılında doğmuş ve 1792 yılında kraliyetçi olması nedeniyle idam ettirilmiş. Sen git aydınlanma çağında kralcı bir de okültizme meraklı ol, 'tabii yazarsın öyle şeytanlı deve başlı hikayeler' demiyor edebiyatı biraz da bu yüzden seviyorum.

(Şurada kitabın çizimli Fransızcası var, Fransızca bilenlere ne mutlu, benim gibi bilmeyenler de çizimlere baksın artık.)
Bu arada bu kitabı seçmemde etkili olan bir isim Jorge Luis Borges ise bir diğeri de İsmail Yerguz'dur. Bugüne bugün 'Yaşam Kullanma Kılavuzu'nun çevirmenidir ya daha ne olsun.)


Dilek Evi

Babil Kitaplığı'nın 11 numaralı kitabı 'Dilek Evi' benim ise bu seriden okuduğum üçüncü kitap. Borges'in önsözü ve beş öyküden oluşuyor.
Dilek Evi
Sahibler Savaşı
Siperlerin Madonnası
Allah'ın Gözü
Bahçıvan
Kipling daha önceden duymadığım bir yazardı. Bir yanda okumam gerekip de henüz okumadığım yazarlar bir yanda henüz adını bile duymadıklarım bir yanda ise tüm kitaplarını okumak istediğim ya da kitaplarını yeniden okumak istediklerim. Hayat kısa. Bu nedenle tanıştığım her yazarı büyük bir zevkle bağrıma basıyorum. Okuduğum her öyküden ayrı bir haz alıyorum.
Dilek Evi'ni beğendim. Yazarın hikayeyi hazırlayışı, bizi bir anda değil de yavaş yavaş fantastik ögelerle sarışı oldukça başarılı. Yapay olmayan diyaloglarla hikayeye dahil oluyoruz ve yine güçlü betimlemelerle o an oradaymışız gibi hissediyoruz. Kitap dün bitti ve ben karakterlerin hiçbirinin adını hatırlamıyorum bile ama kadının ördüğü sepet uzansam tutup alabileceğim bir yerde sanki.
Siperlerin Madonnası ve Bahçıvan öyküleri de Dilek Evi ile benzer özellikler taşıyor. Fantastik ögelerin gündelik olaylara dahil oluşu benzer biçimlerde oluyor. Yazarın yemeğe sırasıyla yaptığı eklemeler aslında işin sırrı, dozunu yalnızca kendisinin ayarlayabildiği. Her ne kadar yazarın dil ve anlatımını, kurguyu sevdiysem de hikayelerdeki fedakarlık, sevgi gibi kavramlar sihir, dilek gibi kavramlardan daha fantastik geldi bana. 'Sevgi başlı başına sihirdir' diye düşünmeyen benim gibi görece duygusuz bir okur için bir karakterin öyle bir fedakarlık yapması bir büyünün gerçekleşmesinden daha imkansız. Yazar tabii bunu bilinçli olarak yapmış olabilir. 'Yalnızca böyle bir durumda fantastik ögeler tetiklenebilir' de bir bakış açısı.
Allah'ın Gözü de severek okuduğum bir hikaye oldu. Diğerlerinden oldukça farklı. Fantastik ögeler burada karakterlerin düşüncelerinde. Borges'in de dediği gibi gerçek olabilecek bir hikaye.
Sahibler Savaşı'na gelirsek, beni bir türlü içine çekemeyen bir öykü oldu. Suçu metrobüse atabilirim. Öyküyü daha sonra tekrar okuyabilirim ama şimdilik ikisini de yapmıyorum ve bu öyküyü yorumsuz bırakıyorum.




Borges sesimi duyarsa

Keşke başka bir şey isteseymişim deriz ya hani kırk yılda bir yanımıza uğrayan şans meleğine yanlış dilekte bulunmuşuz gibi. Geçenlerde fantastik kitap önerisi istiyorum dediğim bir yazı yazmıştım Morgue Sokağı Cinayeti'ni okuduktan sonra. Tabii blogumu çok az kişi okuduğu için ya da okuyanların çok azı fantastik edebiyat sevdiği için ya da hem yazıyı okuyan hem de fantastik edebiyat sevenler cevap yazmaya üşendiği için- uzatılabilir bu cümle ve uzattıkça daha itici olabilir,duruyorum- herhangi bir öneri gelmedi bana. Derken bir kitapçıda gezinirken kitap kapaklarıyla Babil Kitaplığı serisi dikkatimi çekti. Öyle sadece kapağa bakıp kitap alanlardan olduğumu düşünürseniz üzülürüm ama kapaktaki 'Jorge Luis Borges tarafından hazırlanan fantastik edebiyat dizisi' yazısını görünce yazarların ismine bile bakmadan rastgele iki kitap seçip aldığım doğrudur.
Öneri istiyordum ve öneri Borges'ten geldi daha ne olsun! Kitapları okumaya başlayıp fantastik sulara daldıktan sonra da diyorum ki, yo yoo bu tesadüf değil, Borges ya da başka her kim varsa beni duydu ve o kitapları görmemi sağladı.
30 kitaptan oluşan ve Dost Yayınevinden çıkan Babil Kitaplığı, değerli yazarlar ve değerli çevirmenlerle okunması, incelenmesi gereken hele de benim gibi kütüphane meraklıları için mutlaka alınması gereken bir seri. Ayrıca benim gibi metrobüs mağdurları için de yolda okumalık, çantada kolay taşımalık kitap tasarımıyla sevindirici. ( Birazcık daha uzatırsam reklamcılık diline tamamen geçiş yapacak yayıneviyle reklam anlaşması yapacak kıvama geleceğim. Bu nedenle burada kesiyor ve kitapları anlatmaya başlıyorum. Bir de zaten kaç yıldır olan bu seriyi yeni keşfetmiş olduğum için kendimden utandığımdan çok uzatmıyorum) 
Henüz üç tanesini okudum.






5 Temmuz 2013 Cuma

#diren

Uzun zamandır yazmıyorum. Uzun zamandır okumuyorum da. O kadar da uzun değil ki dersen o zaman sana bu normal bir zaman değil 'direniş zamanı' derim. Ne yazarsam eksik ne yazarsam haddim değilmiş gibi; ama bir yanda da okuma yazma isteği hep bir yerlerde. Bugün susarsan ne zaman konuşacaksın bunu yazmazsan ne yazacaksın ki diyor. Ben cesaret edemiyor susuyorum. Ama okuyorum.

Gezi Kütüphanesi'nden aldığım bir kitapta,
Benden önceki sahibinin altını çizmediği bir şiir tam da 'direnmek' diyor.
Tesadüf bu ya,


''Ama felsefe yapan kişi, dünyadaki en küçük şeyin biledeğişmesini, farklı olmasını isteyecek bir tutumun,ancak bir bütün olarak dünyanın kendisine direnmekleolanaklı olduğunu bilir.- Dünyada bölük pörçükhiçbirşey yoktur: her bir şey, bütün herşeyinayrılmaz parçasıdır- ya da hiçbirşeydir.
Herhangi birşeye direnmek, dünyaya dünyadakiher bir şeye, dünyadaki herşeye, giderek, dünyanınkendisine direnmektir- -bu da, işte felsefedir. ''
(Oruç Aruoba, de ki işte) 


yani #direnfelsefe #direngeziparkı #direnşiir #direndirenebildiğinkadar


26 Mayıs 2013 Pazar

okuma burgacı

Tutunamayanlar'ın ardından her ne kadar yok Selim Işık şöyle yok Turgut Özben böyle diye ileri geri konuşmayacağım desem de bazı karakterlerle tanıştıktan sonra onları akla getirmemek çok zordur, hele bir de romanları, öyküleri gerçek hayatın bir parçası sayan her an bir karakterle karşılaşacağınızı düşünen biriyseniz bu çok zor. Bu yüzden bu yazıya da Selim Işık ve kitap okuma devrelerinden bahsederek giriş yapıp çok farklı yerlere açılacağım için bana kızmayın.

'Hayatının devrelerle anlatılmasını isterdi Selim. Wilde devri, Gorki devri gibi.'
...
'Bu devirlerin sayısı, sonradan o kadar arttı ki izleyemez oldum. Bir hafta süren devreler bile oluyordu. Her devrenin tek özelliği vardı: bir önceki devrenin şiddetle reddi. Fakat Selim, bütün devreleri arasında benzerlikler bulurdu; eski devrelerini yenileriyle uzlaştırmaya çalışırdı farkında olmadan...'

Benim böyle devrelerim oldu mu acaba diye sordum kendime, şöyle bir okuduklarıma göz attım. Çok satan gerilim kitaplarıyla klasik romanları aynı dönemde okuduğumu görüp yok böyle bir şey diyordum ki uzun bir aradan sonra bilim kurgu ve polisiyeye dönüş yaptığımı fark edip 'aslında varmış' aydınlanması yaşadım. Ama belli ki bu devreler de belli belirsiz.

Uzun lafın kısası ben bu aralar fantastik, bilim kurgu ya da polisiye meraklısı oldum. Hem bu heyecanıma cevap verebilecek hem de beni edebi hazdan mahrum bırakmayacak eserler bu kastettiklerim. Önerilerinize açığım. (Şöyle ki bir Ahmet Ümit polisiye değildir, Dan Brown onun üst mertebesidir ama benim istediğim değildir. Fantastik denilince aklına sadece vampir kitapları gelen fikrini kendine saklasın gibi. ) Distopya ve ütopyalar da bu aralar ilgi duyduklarımdan.

Bir de başlı başına bir kategori olan Edgar Allan Poe. (uzun bir girişten sonra nihayet ana konuya geldik)
Küçükken öykülerini derlemeler içinde okuduğum bir yazar Edgar Allan Poe ama nedense okuduğum iki üç öyküyle yetinmişim. Bugün 'Morgue Sokağı Cinayeti'ni bitirirken nasıl da geç kaldığımı fark ettim, nasıl daha önce okumamıştım bu öyküleri? Hem de dedektiflik hikayelerini seven biriyken hem de bu öykü ilk dedektiflik öyküsü diye geçerken?
Yalnız Morgue Sokağı Cinayeti değil kitaptaki diğer öyküler de oldukça etkileyici. Korku ögelerinin gerçekçiliği ise öyküleri bambaşka bir yere koyuyor.Bir yandan 'evet böyle bir şey olabilir.' diyorsunuz çünkü anlatılan ne bir hayalet ne de doğa üstü başka bir varlık, bir yandan da 'hayır, bunlar deli saçması' demek istiyorsunuz ya da bir edebiyat harikası, seçim size kalmış. Doğa mı insan mı güç mü akıl mı soruları çerçevesinde gelişiyor sanki öykülerin çoğu. Pozitif düşünce, insanın akılla hakimiyeti, planlı delilik...ölüm, ölüm ve yine ölüm.

İçimde tüm öykülerini okuma isteği, fonda şiirlerini dinliyorum. Bir de acaba birkaç bölüm izleyip de bıraktığım 'Following' dizisini izlesem mi diyorum. Vazgeçiyorum. Kitabı okumadan önce 'güzel dizi yaa izlenir bu.' diyordum ki şimdi pek emin değilim edebiyat tutuculuğuma bürünüyorum.(Ben yine diziye bir şans daha veririm.) Zaten bu konuda çok da tutucu olduğum söylenemez güzel uyarlamalara, hakkını veren ilhamlara can feda örneğin defalarca izlediğim halde bıkmadığım Tim Burton'ın ilk denemelerinden kısa filmi Vincent'ı sizin de izlediğinizden emin olmama rağmen paylaşmak istiyorum. Bir de küçük bir alıntı yapıyor ve susuyorum.

'Ta sonunda intikam alacaktım; bu kararım kesindi- kesinliği biraz da herhangi bir tehlikeyi göze almak istemememden geliyordu. Sadece cezalandırmak yetmezdi, kendime bir suç yüklemeden cezalandırmalıydım. Bir yanlışın düzeltilmiş sayılması için onu düzeltene bir kötülük gelmemiş olması gerekir. Sonra bir de yanlışı yapan, yanlışı düzeltmekte olanın kendinden intikam aldığını anlamazsa, o yanlış düzeltilmiş sayılmaz.' (Amontillado Fıçısı öyküsünden, sf.131, Morgue Sokağı Cinayeti, Notos Kitap)





(Yazımın altına şu notları eklemeyi alışkanlık haline getirdim ne kadar gereksiz olsalar da. Mesela şu anda yazacak hiçbir şey bulamadığımı yazmak istiyorum. Sevgiler.)
(Aslında yazacak şeyler bitmiyor. Mesela başlık nereden çıktı diye merak eden olursa, Maelström'e Düşüş öyküsünde çevirmen Memet Fuat bu kelimeyi kullanmış, çok hoşuma gitti. Hazır okuma devirlerinden döngülerinden de bahsetmişken neden bir okuma burgacı olmasın?- bunun üzerine neler yazılır neler de ben sözü uzatmayayım- yeniden sevgiler.)







23 Mayıs 2013 Perşembe

'bat dünya bat'


Sonda söylenecek lafı başta söyleyenlerden, eşeğe tersten binenlerden görüldüğü üzere gündüzuyuyupgeceoturangillerdenim. Her işim ters olsaydı bunda bir düzen olurdu ya o düzeni de tutturamayanlardanım. Oblomov'um derim ama Oblomovluk Oblomov'u bitirememektir kendimle çelişirim. En sevdiğim kitaplardandır 'Karamazov Kardeşler' ama söylemeye utansam da hala 'Suç ve Ceza'yı okumadım. Ecinnilerden Budala'ya Beyaz Geceler'den Öteki Ben'e uzanan Dostoyevski maceramda 'Suç ve Ceza'yı atladım. Alacağım hazzı ertelemek mi dersiniz, yüzleşmeye korkmak mı dersiniz bilmiyorum elbette zamanı gelecek, yarım bıraktığım Faust, Yeraltından Notlar ve nicesi 'İşte şimdi hazırsın bizimle buluşmaya' diyecek. Eminim sitem edecekler 'sen ki en değersiz kitapları bile yarım bırakmayan sen ki eline geçeni okuyan açgözlü okur bizi niye bıraktın?' diyecekler. Ben de 'çocuktum' diyeceğim.

Evet gerçekten de 'büyüyünce okuyacağım.' diye yarım bıraktığım kitaplarım oldu. Çoğu zaman 'beni aşan' kitapları okusam da yer yer haddimi bildim. Bazen de yarım bırakmak zorunda kaldığım kitaplar oldu. Misafirliğe gittiğin bir evde okunacak bir kitap değildir 'Çanlar Kimin İçin Çalıyor.' Ama eğer evde bulduğun tek kitap oysa ve sıkıcı bir ev oturmasında yalnız kaldıysan çok fazla seçenek yoktur. Ya mutfağa gidip annenle akrabaların başka akrabalar üzerine yaptığı ama lütfen asla dedikodu olmayan konuşmaları dinleyecek ya da yarım kalacağını bildiğin bir kitaba başlayacaksın. Evden ayrılırken de iki seçeneğin vardır aslında ya kitabı ödünç alacak ya da terk edeceksin neden bilmiyorum terk etmiştim. (Bu kitabın hikayesi çok daha ilginçtir ve başka bir yazının konusudur aslında. Misafirlikte okuduğum ve ayrılmak zorunda kaldığım kitabın aslında babama ait olması gibi ironik bir gerçeği sonradan öğrenmem ama kitaba hala kavuşamamış olmam gibi.)

Bu şekilde yarıda bıraktığım başka kitaplar da oldu. Ama en acısı kütüphanede tek bir kopyası olduğu için ben bitirmeden elimden alınan 'Tutunamayanlar'dı. Kitap 'Amaan ben de gider kendime alırım.' diyemeyeceğim kadar pahalıydı ve ben de aklı sıra okul kütüphanesine trip atıp o kitabı tekrar istemeyecek kadar gururluydum. Ayrıca aklımca sinsi bir plan yapıp madem ben okuyamadım başkaları da okuyamasın diyerek kitabı sürekli istek listesinde tutmayı da başaramamıştım. Şansımı bir kez daha deneyip bu sefer de 'Tehlikeli Oyunlar'ı aldım kütüphaneden. 15 gün içinde okurum zaten dedim ama olmadı. Onunla da başıma aynı şey geldi. Tıpış tıpış kitabı teslim ettim. Ben artık Tutunamayanlar'a tutunamayan Tehlikeli Oyunlar'a dahil olamayandım. Ama gel gelelim ters bir insan olduğum için Oğuz Atay'ı bu kitaplarıyla değil de 'Bir Bilim Adamının Romanı' ile tanımıştım. Ardından da Korkuyu Beklerken'i okumuş Oğuz Atay hayranı olmuştum. Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ı tadımlık okumalarım ise merakımı törpülemişti.

Artık tamamlamanın vakti gelmişti. Nisandan beri elimde olan kitap arasına sıkıştırdığım yüzlerce post-itle bugün itibari ile bitti. Kitabı bitirdikten sonra ön sözü okurken hızımı alamayıp kitabı tekrar okumaya başladığımı fark ettim. Bu etkiden kurtulmak için ya hemen başka bir kitaba geçmeli ya da yazmalıydım.
Ama ne yazacaktım? Oğuz Atay ismini duymayan insanlar gibi Olric'li alıntılar mı yazacaktım ya da 'Ben de o ansiklopediye eklenmeliyim ben de Selim Işık'ım ben de Süleyman Kargı'yımlı cümleler kurup tüm tutunamayanların kemiklerini mi sızlatacaktım? Yoksa işin ehli amcalar teyzeler gibi dönemin Türkiyesi'nin nasıl yansıtıldığını mı anlatacaktım, ne haddime! Otopsi yapmak bana düşmez düşmesin de, ama Turgut musun Selim mi? tartışmalarına da girmeyelim mümkünse. Sevdiğimiz diziden karakter mi seçiyoruz canım. (Bilenler bilir bu canım tanıdık bir canım'dır.) Sadece yazmak istediğimi yazacaktım.

Sanırım öyle de oldu. Yazdıkça duruldum. Belki uyurum.


(Yine hiç okunmayacak bir saatte yazdım ya kendimi tebrik ediyorum. Hala yatmayanları öpüyor, erken kalkanların da güne bu yazıyı okuyarak başlamalarını tavsiye etmiyorum ki yazıyı baştan sona okuduğunuzu düşünürsek artık çok geç.

Madem konu Tutunamayanlar'dı niye alakasız bir yerden girdin konuya diye merak eden olur diye bir not eklemeyi de görev bildim. Bu kişi ya benimle tanışmıyor ya da ilk defa yazdığım bir şeyi okuyor. Ona bu yazının şu saatte yazabileceğim en konu bütünlüklü yazı olduğunu belirtirim.

Bir de, evet başlık bulma konusunda biraz kıtım ya da tembelim ya da her neyse, Turgut Özben'e saygılar.)











2 Nisan 2013 Salı

ya da zor ölüm

'Ben bu filmi izlemiştiiiiiim' diyerek salondan kaçıyorum. Filmin adı 'zor ölüm' ya da 'görevimiz tehlike'. (Hangisi derseniz tam emin olamıyorum ama ikisini de izlemediğim için bana aynı geliyorlar şu anda. Oysa bilinçaltım muhtemelen seçici olmuş ve o ismi oraya boşuna koymamıştır.)

Rüyanın sonunu anlattım aslında ama bildiğiniz gibi sonunu da başlangıcını da tam olarak bilmiyorum. İnsanlarla bir sinema salonunda bekliyoruz, salonun önlerindeyim derken bir huzursuzluk ve salonun arkasında bir kapı açıyorlar, görevli herkesi oraya çağırıyor. Böylece başka bir salona geçiyoruz. Geç kaldım ya da diğer salonda öndeydim burada arkadayım, yerim değişti huzursuzluğuyla koşturdum ve salona girdiğimde salonun boş olduğunu gördüm. Arkadan 3. sıraya yerleşiyorum ve amfi tiyatro şeklinde yapılmış yükseltilmiş kırmızı basamaklara uzanıyorum. Tam izlemek için kurulmuşken film başlıyor vee başlangıçta anlattığım gibi kaçıyorum. Ama ne kaçış! Hem de kaçış bahanem 'Bu filmi izlemiştim', oysa ne gerçekte ne de rüyamın gerçekliğinde bu filmi izlemedim.

Rüyamda yalan söylemem kendimi kandırıp durmamın bir kanıtı mı? Sinema  salonları (tercihlerim), sinema görevlisi (yol gösterici), film (sonuç), kaçış (pişmanlık) ne anlama geliyor olabilir? Bir filmi/kitabı çeşitli katmanlardan yorumlamak gibi rüyamı da yorumlamaya kalkışsam...Belki de hiçbir anlamı yoktur. Geçen yıl bu zamanlarda film festivalinde bilet kesiyordum ve şu anda festival ruhundan uzağım. Belki de sadece buna dair bir rüyadır.

(rüyamı buraya yazma, ya da yayınlama konusunda kararsız kaldım. Bilincim zaten internette kol gezerken, twitter olsun facebook olsun, dil sürçmelerine bile mahal vermeden bir yüzümü yansıtırken kalkıp bilinçaltımı da açığa çıkarmam niye? ah ahhhh asla gizemli bir insan olamayacağım!)

( Bir de lütfen kiplere takılmayınız efendim. Geniş zamandan geçmiş zamanın rivayetine kadar çeşitli zamanlarda yazmış olmamı beceriksizliğime bağlamayın. Bilinçli yaptım ben onu rüya anlatısı ya şimdi bu, bu yüzden zaman da değişiyor falan dersem de kanmayın, yazıma dönüp eksiklerimi düzeltmeyecek kadar tembel olduğumu düşünürseniz de çok üzülürüm bak. Siz iyisi mi 'sen yazana kadar fark etmemiştik' deyin.)










22 Mart 2013 Cuma

Harikalar Odası 'bengi dönüşün baş döndürücü tinselliği...'


Arka kapağındaki yazım hatası yüzünden bir türlü almak istemediğim, ilk baskı ile ikinci baskı arasında 6 yıl olduğunu gördükten sonra yeni bir baskı için 6 yıl bekleyemeyeceğimi anladıktan sonra aldığım bir Perec kitabından bahsedeceğim. Harikalar Odası, özgün adıyla 'Un Cabinet D'amateur' ya da başka bir deyişle 'tablo içinde tablolar'.
Perec'in oyun içinde oyun, kurgu içinde kurgu, kelime içinde kelime labirentlerini bilenler bilir. Perec'in alaycılığı ise bambaşka bir yazı konusudur. Hepsini içinde barındıran bu incecik kitap da her Perec kitabı gibi okuduktan sonra 'bitti' diyemeden 'tekrar okunacaklar' rafına koyduklarımdan. Bir de hakkında bir şeyler yazmadan birilerine anlatmadan duramam dedirtenlerden.
Bir sergi haberiyle başlar kitap, bir koleksiyoncunun en ünlü eseri 'Harikalar Odası' adlı tablosunun sanat dünyasında yarattığı etkiden bahseder. Ardından koleksiyondaki eserleri tüm detaylarıyla anlatır. Ne zaman yapıldılar ne zaman koleksiyoncunun eline geçtiler, bir müzede sesli rehberden duyabileceğiniz ayrıntılar ya da bir katalogda olması gereken ebat, yapılış türü gibi bilgiler hatta sadece kulaktan kulağa aktarılabilecek dedikodular...
Sonuçta 'kurgu' bu diyerek hiçbir sanatçıyı ve tabloyu gerçekmiş gibi düşünmeden okumaya başlasanız bile çok geçmeden Perec anlatımı nedeniyle o tabloları daha önce gördüğünüze yemin edebileceksiniz. Bir süre sonra tanıdık isimlerle karşılaşıp şüpheye düşecek gerçekle kurgunun ayrımını yapamayacaksınız, derken kurgunun sahteliğiyle başka bir katman açılacak. 'Mış gibi yapmanın getirdiği haz' diyecek Perec ve belki de siz de benim gibi 'Acaba okumuş gibi mi yaptım?' diyerek şüpheye düşeceksiniz.
Kitabı kapattıktan sonra ilk işim bahsedilen tablolar hakkında araştırma yapmak oldu, Bir kurgu kasabasını google earth'te aramak seninki manyak mısın? diyenler olabilir ama biraz da Perec oyunculuğundan haberdar olduğumdan karşıma bir şeyler çıkacağını biliyordum. Bahsedilen ressam bir yazar olabilirdi, ünlü bir aşçıyı bilim adamı gibi göstermiş olabilirdi Perec. Çok uzaklara gitmeden kısa bir araştırma ve biraz da çeviri yardımıyla wikipediadan tablolara ulaştım ve okudukça daha da eğlendim.
Kitabı okuduktan sonra bir sergiye gidip kitaptaki gibi eleştiriler yapmaya çalışıp (bengi dönüşün baş döndürücü tinselliği...'gibi) tablolara hikaye uydurmayı bile denedim. (Bunu yaparken bir arkadaşınız da size eşlik ederse sessiz sergi salonundan kahkahalar nedeniyle kovulabilirsiniz.)
Sanatın iki yüzlülüğü, sahte dünyanın sahte anlatısı, kelimelerin çizimi...Kısacası bu adamı da kitaplarını da seviyorum.
Bir de elim değmişken 'harikalar tablosu' örneklerinden topladım.
(İsimlerini de yazsaydım emeğe saygı diyerek teşekkürlerinizi alabilirdim belki ama şu an tembelliğim ağır basıyor, bir ara mutlaka yazacağım.)























8 Şubat 2013 Cuma

Bunker Tepesi Düşleri

Arturo Bandini daha az portakal yiyor, daha iyi giyiniyor, zina yaptı diye deprem olduğuna inanan adam değil o şimdi bir garson kızın peşinden deli divane koşan toy da değil. Biraz büyüdü, artık sevişmekten korkmuyor ama yine kaçıyor bazen, onu büyük günahlardan koruyan Tanrı'sına.
Tanrıyla pazarlığı hiç bitmiyor oysa istediği tek bir şey var, iyi bir yazar olmak.
Hani çok yakından tanıdığınız birini yıllar sonra görürsünüz ve onun o tanıdığınız kişi olmadığını düşünürsünüz ya...Hani oturup biraz sohbet edince ondaki yenilikleri benimsedikçe 'aslında hiç de değişmemiş.' dersiniz ya... Hangisidir doğru olan? 
'Toza Sor'la tanıştığım Arturo Bandini'nin bende çok özel bir yeri var. Kolay mı, o koskoca 'Minik Köpek Güldü'nün yazarıydı. Ne balık ne kuştu. Bunker Tepesi Düşleri'nde ise Arturo Bandini yine bir pansiyon odasında karşılaştığım eski dosttu. Değiştiğini düşündüğüm ama yine de sevdiğim bir dost. Bunda Bunker Tepesi Düşleri'nin yazarın son kitabı olmasının da etkisi vardır muhtemelen. Belki John Fante de yaşamına veda etmeden önce Arturo Bandini ile tekrar yüzleşiyor onu biraz değiştiriyordu.
Arturo Bandini kazansa da 'kaybeden'dir. Holywood'da da olsa, Colorado'da kendi evinde de olsa 'öteki'dir.  Çok para kazansa da 'meteliksiz', işi olsa da 'aylak'tır. Ama Arturo Bandini'nin asıl alıp veremediği 'aitlik' kavramıdır.
Gel gelelim 'Bunker Tepesi Düşleri' bir 'Toza Sor' değil. Yine sevdim, yine o samimi anlatımla Avi Pardo'nun güzel çevirisiyle kitabı okurken zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim; ama bir şeyler eksikti bu kitapta. Toza Sor'daki büyü yoktu. Tanışmanın verdiği o heyecan yoktu. 'Bunker Tepesi Düşleri'ni okurken hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim ama belki de ben değişmişimdir. 


''yazmaya başladım...

Şöyle bir göz atıp dudaklarımı yaladım. Bana ait değildi, ama canı cehenneme, insan bir yerden başlamalıydı.''





3 Şubat 2013 Pazar

anladığım tek şey hiçbir şey anlamadığım


Geçenlerde bir arkadaşla bir tartışmaya giriştik sanki daha önce hiç tartışılmamış gibi sanki bir doğrusu varmış da o akşam o doğruya ulaşabilecekmişiz gibi hararetle konuştuk sanat, anlam ve haz üzerine. 'Ne olmuş anlamıyorsak, bazen anlamasak da sevebiliriz' dedim, alaycı bir tavırla romantiklikle suçlandım. Anlamı aramak ve anlamadığının bilincinde olmak, o eksiklik duygusu ama eksikliği fark etmenin verdiği bir artılanma hazzı. Bazense tamamen 'hiç'lik. Arkadaşa katılmıyor değildim, elbette anladıkça daha çok sevecektik.

Özellikle modern sanatın getirdiği 'ben bundan şunu anladım' hissini yaşadıkça kendimizi üstün görecek belki de başkalarını aşağılayacağız. 'Onlar ne anlar sanattan, edebiyattan...' diyeceğiz. Bunu ben de yaparım ne var bunda demek yerine düşüncenin çıkış noktasını kavrayacak, uçsuz bucaksız göndermelerle bilgi dağarcığımızı sınayacak ve kendimizi oradan oraya savuracağız. Bazen de 'ben bunu anlamıyorum.' diyecek ve sıkılacağız. Anlamıyorsak, bir 'anlam' ifade etmiyorsa pes edip gideceğiz. Çünkü 'anlam' asıl olandır.

'Bir kitabı anlamadan anlatımını sevmek, bir ressamı anlamadan resmini sevmek mümkün değil midir?' Bence bu mümkündü. Ona göre ise bırakın bir kitabı anlamayı yazarını da tanıyacak, hayatını, yaşamını bilecektik başka türlüsü mümkün değildi. İmzasız bir tablo asla bir anlam ifade etmeyecekti.

Belki de ben cahilliğimi örtbas etmek, kendimi geri zekalı gibi hissetmemek için 'her şeyi de anlamasak olur canım' diyordum. Eleştirmenlerin saatlerce konuştuğu, yazdığı bir filmden, onların yaptığı hiçbir çıkarımı yapamadığım halde etkilenme hakkım yoktu. Bu film güzel diyemezdim, çünkü anlamamıştım. Ya 'anlamak' fiilinden farklı şeyler 'anlıyorsak'?

Bu konuşmanın üzerinden kısa bir zaman geçti ki bir kitabı çok da 'anlamadan' bitirdim. Ve kitabı sevdim. Nasıl mümkün olabilirdi bu? Tol, siyasi bilgi birikimi çok iyi olan, tarihi yalayıp yutmuş, felsefenin dibine vurmuş birisi için muhteşem ya da basit ya da her neyse ama kesinlikle 'anlamlı' bir roman. Benim gibi bu kitaba haksızlık yapan ve araya başka kitaplar, olaylar sokarak kitabı bir ayda bitiren, üstüne üstlük bazı konularda kara cahil olan benim içinse muhteşem bir üslup. Ama sadece o kadar da değil var bir şeyler var ama adlandıramıyorum.

Bu noktada tekrar tartışmamız aklıma geldi, bu kitabı yeteri kadar anlamadığım için yeterli hazzı da alamazdım almamalıydım. Yarıda bırakıp atmalıydım; ama atamadım, bir hafta ara verdiğim için kim olduğunu dahi unuttuğum bir karakterin hikayesini yüksek sesle okudum, okumaktan zevk aldım. Bu hissi nasıl yok sayabiliriz?


(Not: Kitapla ilgili bir yazı yazacağım diye oturdum bambaşka bir yazı yazdım. Belki de yazı boyunca kendimle çelişip durdum, hiçbir şey anlatmadım. Ama ne fark eder eğer bir şeyler anlatabildiysem ne mutlu bana ve eğer bir şeyler anlatmadıysam da yine ne mutlu bana çünkü şu cümleye kadar okuduysanız anlamsız cümlelerime değer vermişsiniz demektir. )


2 Ocak 2013 Çarşamba

Kitaptan Korkun!


Öyle ya kitap bilgidir. Kitap başka bir fikirdir. Ya sizden farklı düşünen insanlar varsa? Haşaa!
Ben okuma yazmayı öğrendiğimden beri elime geçen her şeyi okudum. süt şişesindeki 'pastorize edildiğinden yağı üzerinde birikmez'den tutun takvimlerin arkalarındaki fıkralara kadar. Gazetelerden tutun, el ilanlarına kadar. Ve peygamberlerin hayatlarından tutun evrim teorilerine, sağcı/solcu/dindar/ateist/bilmemneci diye yaftalanmış yazarlara kadar. Ailem okuduğum hiçbir kitaba karışmadı. Nasıl yani seni başıboş mu bıraktılar ya yanlış şeyler okuduysan! Ya müstehcense okudukların ya ya...
Babam Can Yayınları Çocuk kitapları serisi almıştı, güzel bir çantada dolusu kitap. Okur, okuduklarımı anneme anlatırdım. Kimini severdim kimini çok çok severdim. Bir gün elimde Aziz Nesin'in bir kitabı, annem biraz hoşnutsuz, bu adam dinsiz, okuma gibi bir şeyler dedi ben bozulsam da daha da büyük bir şevkle okumaya devam edip 'banane' deyince annem de üstelemedi ve ekledi 'Gerçi baban çok sever.' Böylece büyüklerimin de tüm kitaplar gibi fikir ayrılığına düştüğünü öğrenmiştim. Nasıl bir atasözünün tam zıttı bir anlama gelen başka bir atasözü varsa farklı farklı kitaplar, yazarlar ve düşünceler vardı. Farklı farklı kahramanlar vardı.
Ve ben hiç kitap ayırt etmedim. Arkadaşlarımdan, okul kütüphanesinden oradan buradan çeşitli kitaplara ulaştım. Annemin de ilk ve son sansürü olmuştu, onu dinlemeyeceğimi anlamıştı. Okudukça hayal gücüm arttığı gibi idrak gücüm de arttı. Ve tabii kafam da buna paralel daha çok karıştı ki ne yalan söyleyeyim kafam hala karışıktır.
Eğer ailem bana sansür uygulasaydı ne bileyim sadece bir ideolojiye bir dine ya da bir ahlaka uygun kitaplar okutsaydı kafam karışık olmayacaktı. İnsanları anlamaya çalışmayacak, benim gibi düşünmeyenlerin olduğunu bilmeyecektim. Ve mutlu olacaktım. Evet Kitaptan korkun! Kitap düşüncedir. Kitap mutsuzluktur.
En sevdiğim kitabın ırkçılıkla suçlandığını öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım. Uzun Çoraplı Kız Pippi ırkçıydı. Hadi oradan! Şeker Portakalı ahlaksızmış. Hadi oradan! Fareler ve İnsanlar müstehcenmiş. Hadi oradan! Ve daha neler neler.
Siz kitaplara art niyetlerinizle, kalıplarınızdan bakıyorsunuz. Bir çocuğun sınırsız ve özgür ruhundan değil. Siz kelimelere baktığınızda sadece kendi düşüncelerinizi görüyorsunuz. Ve bir makine gibi işlemeye başlıyor beyniniz artılar ve eksiler derken kitap yüzünüze ayna tutuyor. Siz kitapta sadece kendi yüzünüzü görüyorsunuz. Kendi ahlaksızlığınızı. Çocuk ise o kitaplara geniş bir kalple, henüz kalıplaşmamış bir zihinle bakıyor ve insanlığı görüyor.
Şeker Portakalını okuyalı çok oldu, Fareler ve İnsanlar'ı da. Ama tek hatırladığım ikisini okurken de ağladığımdı. Ahlaksızlık mı ağlatmıştı beni, müstehcenlik mi?

Ahlak kavramına değinmek istemiyorum. 7. sınıfa giderken okuduğum kitapları 'Şeker Portakalı'na müstehcen diyen anne okusa kalp krizi geçirirdi sanırım. Hele lisede okuduklarım! Ben kitaplarda fikirleri ararken onun yasaklarla büyütülen çocuğu 'kih kihhh bak bu sayfayı işaretledim burada sevişme anlatılıyor.' 'Bak meme yazıyor!' diyecek büyük ihtimalle. 'Kitap zevk vermiyor yaaaa' diyecek açacak entrikalı bir dizi izleyecek sonra da. En ahlaklı olanından.

Konu kitap olunca, yasaklar olunca bir bütünlük kuramıyorum yazdıklarımda oradan oraya atlayasım geliyor. Ona buna çemkiresim geliyor. Kitap ve yasak kelimelerini yan yana getirmek istemediğimden belki de bu tavrım. Düşüncelerimi toparlayamıyorum.

Ne yani her önümüze geleni okutalım mı çocuğa diyenler keşke okutsanız. Keşke o çocuk gerçekten 'Her' fikri bilse. O zaman düşünmeyi de bilir, kendi yolunu, ahlakını seçmeyi de. Küfür yasak ve çekici değilse o çocuk o kitaptan küfürü değil insanlığı alır. Sonra da kitap okumayanların bu kadar küfrü ve ahlaksızlığı nasıl bildiğine şaşırır. bak sen!