26 Nisan 2010 Pazartesi

Yazamıyorum

Harflerin sıralanışı duygularımın aldanışını anlatamıyor.
Kelimelerin hecelenişi öfkemin dile gelişi olamıyor.
Cümlelerimin ucu hep açık kalıyor acılarım gibi.
Her neyse...
Yazamıyorum.

güngece

Kırdığın zincirlerin içine hapsolduğunu, yıktığın duvarların altında kaldığını, çemberin dışına çıkmak isterken içinde kalıp da o mutlu(!) daireni yarattığını ne zaman fark edeceksin? 'Özgürüm.' dedikçe özgürlüğün tutsağı olduğunu, kuşlara özendikçe kafeslere tıkıldığını ne zaman anlayacaksın?
Gökyüzünde uçmak isterken gri bulutlara dolandın, denizin derinliklerine dalmak isterken boğuldun. Ayaklarının üstünde durmayı öğrenmeden uçmak, yazmak, çizmek, kaçmak, KAÇMAK istedin. Özgürlük inkar etmektir sandın ve inkara iman ettin. Kelepçeden kaçıp, prangalara sarıldın.

Senin kadar kimse istemedi tutsaklığı.
Öz- gür- lük
Tut- sak-lık

ÖZünü araman gerekirken hep kendinden kaçtın. Ona, buna, şuna çaresizce TUTunmaya çalıştın. GÜR fikirlerin ormanına dalmaktansa kaybolmaktan korktun ve hep bahanelerin arkasına SAKlandın.

Gün, geceye kadar özgür. Ay güneşin tutsağı ve sen dönüp duracaksın gün gibi gece gibi.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Bahar ve Kelebekler

Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema… Çiçekli ağaçlar… Uyur gibi sessiz duran deniz… Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar… Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köselerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köselerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, karsısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu… Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini basına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyiç ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun?” dedi. “Biraz konusalım.”
Genç, esmer kız, yeni neslin son
Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,“Okuyorum büyükanneciğim” dedi.
Ancak on sekiz yasında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zapt ediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
- Okuduğun ne, kızım?
- Bir roman.
- Neden bahsediyor?
- Hiç.
Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut iste hayatinin baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği su pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyiç eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yasında bir asığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
“Söyle yavrum, o roman ne diyor?”
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile, “Büyükanneciğim, Fransızca bir roman iste…” dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
- Adi ne?
- Desenchanté…
- Ne demek?
- Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek.
- Onlar kimmiş?
- Biz…
Türk kadınları…
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.

“Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mi?” dedi. “Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, su arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.
“Hiç siz okumaz miydiniz, büyükanneciğim?” diye sordu.
“Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. ‘Tuhfe-i Vehbi’yi okuturlardı. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi’yi anlardık. Mükemmel seci’ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakasa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: ‘Fazila, edibe, saire, akile….’ idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, baksa şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah… At elinden o kitabi!”
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi, “Peki, büyükanneciğim” dedi, “bu kitabi atayım… Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.”“Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”“Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?”
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayati birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, simdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler… ah hele kırmızı feraceler… baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafesantalar, kerhaneler, bütün bu
Türk erkeklerini eslerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. kadınlar erkekleriyle üzülmeden yasıyor, sonra o vakitki asi boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, bos bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından baksa bir şey yoktu…
Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hülyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi şaşkın ve mustarip bir nesil!… Her sedyen nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yasadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yasına girmeye birkaç adimi kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:“Sustunuz, büyükanneciğim…” dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
- Ah!… Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.
- Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?
- Çok… birçok şeyler…
Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temasa ediyordu.
“Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varis, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile… bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe balsama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kıs herkesin lafina, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.”
Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kus kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarin hafif ve titrek sedasına karıştırıyorlardı:“Evet, yavrum biz sizin gibi ‘Ne yapalım?’ diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar… Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.”
“Ne gibi büyük nineciğim?”
“Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatimizi baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül… pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik.”
- Nasıl?
“Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler bas göstermeye başladı mi, bizim gözümüz artik odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sari veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.”
- Niçin?
“Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe… Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete… Sari kelebek: Kedere, hastalığa… Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk… Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk…”
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sari kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu
. Genç esmer kız artik dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu.
Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki “terakki”den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki
Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı… Büyük ninesinin “tarih-i mukaddes” hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artik işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, siki esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı…
Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin… Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi?
Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakiyle, altı asırlık tesadüfi, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsnüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?… Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek… Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:
“Ne var kızım, neye kalktın?”
Güzel, esmer kız gülerek, “Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için
Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım” dedi, pencereye yaklaştı. Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı. “Gözlerim o kadar görmez ama” diyordu, “ben de bakayım sizin için…”
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu baksa elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirse dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakin bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle, “Ah iste…” dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,“Fakat ben senden evvel su beyazı gördüm” diye mermer havuzun üstünde dolasan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
“Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz” dedi, “o beyaz değil, sari bir kelebek..
…Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat simdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sari, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabini açtı, bu kitap simdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intihali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki
Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin bos, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, dogmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu…
Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız
Türklere, yalnız Türkiye’ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris’te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris’te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan’da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu… Birden kendisi gibi baksa ufuklar, baksa saadetler, baksa hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: “…Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!” dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu…
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız… Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabi tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni
Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası… diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi.
Pencerenin yakınlarına gelen kus kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artik hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zapt ediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Simdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, su geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların dogmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.


Ömer Seyfettin

Baharın İlk Kelebeği

Bir yerde okudum deriz ya hani ya da bir filmde gördüm...Kısacık bir cümle ya da bazen bir sahne bizi öyle etkiler ki yıllar geçse de kalbimize ya da aklımıza sızmış olan bu parçalar unutulmaz. 'En çok hangi kitaptan etkilendin?' diye sorsanız bana cevap veremem, en çok hangi filmi seviyorsun ya da hangi şiir seni anlatıyor? Tüm kahramanlarının adını hatırladığım, defalarca okuduğum kitaplar yok, posterlerini odama astığım, repliklerini ezberlediğim ve tekrar tekrar izlediğim filmler de yok.

'Bir kitap okudum ve hayatım değişti.' benim için sadece henüz okumadığım bir kitabın ilk cümlesi. Ama okuduğum kitaplarla birlikte yaşadığım, onları da bir yerlerde bir şekilde tanışıp konuştuğum insanlar saydığım doğru. Kimisini daha çok tanımak isterdim, kimisiyle küs ayrıldık, kimisi beni anlamadı, kimisini ben anlamadım, kimisi gerçekten dostum oldu kimisi tek gecelik bir hevesti ama hepsi hayatımdan bir şekilde geçti ve bir iz bıraktı.

Baharın ilk kelebeğini merakla bekleyişim, batıl inançlarım olmadığı halde bir öyküdeki böylesi bir inanca bağlanışım başka neyle açıklanabilir?

Bu yıl gördüğüm ilk kelebek 'sarı' ama ben oyunbozanlık yapıyorum, kelebeği dışarda değil de yurdun dar koridorunda gördüğüm için 'bu sayılmaz' diyorum. Kendimce kurallar koyuyorum. 'beyaz' kelebeği bekliyorum.

İstisnasız her bahar aklıma düşen bu öyküyü sizinle paylaşmak istedim belki siz de bu oyuna katılırsınız. İlkokul 4. sınıfta okuduğum bir Ömer Seyfettin öyküsü, çok sevdiğim ilkokul öğretmenimin takdir belgesi yerine hediye ettiği 'Bahar ve Kelebekler'...

2 Nisan 2010 Cuma

bu da benim ütopyam

''Her şeyi son güne bırak ve hayatının sonuna kadar keyfine bak'' ( neslihanim)

Belki Adonis kadar havalı durmadı 'neslihanim' ismi, cümle de 'damlaya damlaya göl olur' cinsinden 'hakkında bir yazı yazın' şeklinde bir ilgiyi asla göremeyecek ama neyim eksik benim şu hayat felsefesi çıkaranlardan heh?

Yok gününüzü yaşayın yok her şeyi zamanında yapın yok güle ulaşmak için otları ezmeyin yok mutluluk içinizde yok bilmemne... Sıkılıyorum böyle şeylerden, sürekli öğüt veren her zaman her şeyi bilenlerden. Sıkılıyoruuuum. Al işte bu da benim felsefem.

Bazen kıskanmıyor değilim ajandası olan, günü gününe çalışan ve saatlerini ayarlayabilen insanları. Bense saate hiç bakmıyor, hangi günde olduğumuzu dahi bilmiyorum. Görelilik kuramını ne kadar seviyorsam şu saati bulan insanlardan da o kadar nefret ediyorum.

Ne bileyim konserlere bilet alma derdi olmasın, sinema biletleri hiç bitmesin, en güzel koltuklar kapılmasın, son kayıt tarihi, son başvuru, son teslim vs. tarihi şeklindeki kavramlar olmasın, rezervasyon kelimesi türkçeye girmesin, dersler belirli bir saatte başlamasın biz istediğimizde gidelim, pazar günü her yer açık olsun özellikle kırtasiyeler, saat 12den sonra otobüsler bitmesin, haftasonu hafta içi diye ayrım olmasın hatta hafta 7 gün, gün 24 saat, saat 60 dk. da olmasın...

Çok şey istiyorum farkındayım ama bu da benim ütopyam. 'geç kalmak' 'yetiştirememek' 'yetişememek' gibi kavramların olmadığı bir dünya istiyorum evet devrim yapcam!